31 Ekim 2009 Cumartesi

Damat




1.İ.melih gökçek


2.George W.Bush


3.Fethullah Gülen


4.George Bush


5.Tayyip Erdoğan...

Diye gider hayatta en az sevdiğim insanların sıralaması. Ercan Saatçi'de Top 10 da olmasa da 20'ye rahat girer(Büyük ihtimalle Nazlı Ilıcak'la Arif Erdem arasında bir yerde olurdu). Bugün bulunduğu konumu tamamen ex kayınpederi Ertuğrul Özkök'e borçlu, kötü sesli bir şarkıcı, berbat bir köşe yazarı, tribün milliyetçisi ve Rambo Okan'dan hallice bir Fenerbahçe'lidir kendisi. Hayatta yaptığı tek iyi iş, İzel-Çelik-Çomak dağıldıktan sonra yaptığı "Sayenizde"dir.
Buraya kadar kendi çapımda yerin dibine soktuğumu düşünüyorum Ercan Saatçi'yi. Yalnız buradan sonra bir "ama" koymam gerekiyor. Her ne kadar şu an adı aklıma gelmeyen ünlü bir düşünürün, "cümlenizin ortasında ama varsa ondan önce söylediğiniz hiçbir şeyin anlamı yoktur" sözü çoğu zaman doğru olsa da, burada kullandığım "ama" ondan önce söylediklerime halel getirmez.

Evet Ercan Saatçi "salamy least favorite top20"'dedir. Ama bu gündeme bomba gibi düşen Metin Özülkü'yle yaptığı söyleşi sırasında sarfettiği "nasıl s.ktik galatasaray'ı" sözü üzerinden yerden yere vurulması yanlıştır, elbette Metin Özülkü'nün de karşılık olarak verdiği "he .mına koyduk" cevabı da.

Yanlıştır çünkü bu sözler, her ne kadar galiz küfürler olsa da, iki yakın arkadaş olduğu her halinden belli olan insanların canlı yayın sırasında değil, banttan yayınlanacak bir söyleşi sırasında sarfettikleri bir cümledir. İkisi de bunun yayınlanmayacağı düşüncesi içerisinde bu sözü sarfetmiştir. İki dostun birbiriyle muhabbetinde kullandığı kelimeleri yayınlamak, bence daha büyük ayıptır. Kaldı ki, TCK'ya göre "hakaret" suçunun gerçekleşmesi için hakaret içeren sözcüğün sarfedildiği sırada ortamda ikiden fazla insanın bulunması gerekir.

Hadi diyelim Ercan Saatçi bu sözlerinin yayınlanacağı bilinciyle hakaret etti, zamanın da bir derbi öncesi tribünde yapılan koreografiyi kastederek(yukarıda ki resim) "sarı kırmızıyı anladık da o yeşil neden" diyerek Galatasaray'ı PKK'yle ilişkilendirirken, yeterli tepkiyi göstermemiş Galatasaray'lıların, şimdi ki duruma daha fazla tepki göstermeleri abes olur.

Ayrıca eğer ille bir şeyler söylenecekse, Saatçi'yi ya da Özülkü'yü eleştirme hakkına sadece özel hayatlarında hiç bir zaman yendikleri rakip takım için "s.ktik" ve ".mına koyduk" sözcüklerini sarfetmemiş olanların hakkı vardır diye düşünüyorum.

27 Ekim 2009 Salı

İflas


Balıkçıların vurduğu balinaların ah mı tuttuğundandır bilinmez, global krizden en çok etkilenen ülkelerin başında gelen ve iflası veren İzlanda'ya bir darbe de McDonald'stan geldi. Franchising ve operasyon maliyetleri nedeniyle ülkede ki tüm McDonald'slar kapandı(zaten tek franchisee'si varmış). İşin komiği koca ülkede kaç tane McDonald's varmış biliyor musunuz? Sadece 3! Tamam küçücük ülke ama 1 milyon 300 bin nüfusa biraz az değil mi? Tabi olaya başka bir açıdan bakacak olursak adamlar sabah kahvaltısında somon üzerine reçeli, iğrenç donutlara tercih ediyor olabilirler.

Domuz Gribi

Dün gece "kıl top ten" sıralamamın tepelerinde yer alan Yiğit Bulut'un programında bu konu tartışıldı. Şunu biliyor muydunuz?
Dünya'da yılda 300-400 milyon arası kişi grip oluyor.(gribi üşütmeyle karıştırmayın)
Bunlardan 300-400 bin arası ölüyor.
Amerika'da her yıl 30 milyon insan grip oluyor ve bunlardan 30 bini ölüyor. Yani gripten ölüm oranı %1.
Bu yıl Amerika'da domuz gribinden ölenlerin sayısı 1000. Yani gripten ölen 30 bin kişden sadece 1000'i domuz gribinden ölmüş.
Bu işin içinde bir iş var.

Ezel

Monte Cristo Kontu'nun birebir adaptasyonu kısmını bir kenara bırakıyorum (esasında senaristler kulak üstü saçı geriye atma sahnesi ile işin suyunu biraz çıkartmışlar). Oyunculuklar gerçekten 10 numara. Sadece Kenan İmirzalıoğlu değil normalde ifadesiz olan suratına binlerce mana yükleyerek oynayan Cansu Dere'de dahil olmak üzere oyuncuların büyük bölümü işin hakkını vermiş. Orson Welles'in şiirlerini ve Hamlet'ten bölümleri senaryoya katmak iyi akıl edilmiş. Diyeceğim şudur ki, Ezel gerçekten güzel dizi, ama sakız gibi uzatırlarsa sıradanlaşır. O yüzden tıpkı Bıçak Sırtı gibi bir ya da en fazla iki sezonluk olarak çekilmeli.
Şimdi gelelim sırıtan noktalara; Sen böyle büyük bir gizlilik içerisnde intikam planıyla yola çıkıyorsun ve yanına kumar,alkol ve para zaafı olan iki kişi alıyorsun.Burası baştan sakat. Ezel'in kardeşi o role olmamış, Ezel gibi adamın öyle kıl ve sümsük tipli kardeşi olmamalı. Ali-Cengiz ekürisinin Ali'si, yalı çalışanlarını azarlayan Behlül mimikleriyle sırıtıyor. Ayrıca sınıfsal ayrımcılık eleştirilerine uğrayacak olsam da belirtmeliyim ki, voleyi vurmasa doğan görünümlü şahin, hadi bilemedin uzay kasa bmw'ye binecek adam üzerinde sırıtan deri ceketiyle rüyalarımın motoru Harley Nightrod'a binmemeli. Verin herife bir X5 ya da illa motora binecekse, çakalların tercihi Honda CBR'ı, düşürmeyin Nightrod'umu ayağa.
Mahsun'un eski sarı şekeri Bade İşçil rolünde fena değil ama o saçlarla, özel okulla yeni sözleşme imzalamış ve piç öğrenciler üzerinde otorite kurabilmek için özellikle kendini büyük göstermeye çalışan taze İngilizce hocalarını andırıyor(kusura bakma hocam ama sen istersen beyaza boyat saçları yine malzeme olursun bebelere). Ya peruk taksın ya da saçlarını biraz daha kısaltarak Roxette'in kadın vokali(Marie Fredeikkson) tarzı diksin havaya. Son olarak koskoca Las Vegas dizisinin bir bölümünü müşterinin nasıl hile yaptığını çözmeye ayırdığı olayı(özel işaretli kartlar ve lens), birebir kopyalayan ve hiç bir teknolojik yardım almayan Ezel'e ikibuçuk dakikada çözdüren senaristlere selamlarımı yolluyor, Şener Şen'in bir bölümlük de olsa konuk oyuncu olarak gözükmesini talep ediyorum.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Bilmekte fayda var

Domuz gribiyle ilgili şüphelerimi önce ki yazımda belirtmiştim. Bugün Yılmaz Özdil'in haftasonu kaleme aldığı yazı üzerine araştırmacı blogculuk anlayışıyla "komşu"da işler ne alemde konulu bir araştırma yaptım ve bu aşı işinin sadece bize özgü olmadığını gördüm. Yunanistan'dan da 12 milyon aşı siparişi verilmiş(ki kendilerinin popülasyonu da bu kadar zaten). Yani aşı alımında bir yolsuzluk var mı yok mu bilemem ama sipariş veren tek ülkenin biz olmadığı da açık. Bu yine de Özdil'in yazısında belirttiği üzere neden sadece okullarla ilgili haber yapıldığı, insanların ortak yaşam alanlarıyla ilgili önlem alınmadığı sorusuna yanıt olmuyor.
Yok taraftarı ırkçımış da, tarihin ilk şike teklifini yapan klübüymüş de... Geçiniz bunları. 70 bin kişilik şehrin, oynadığı futbolla, stadıyla hatta formasıyla ve elbette mücadelesiyle buram buram 80 ler kokan takımını seviyorum arkadaş! İnanın 3 büyüklerin hatta Beşiktaş'ın maçı dahi olsa aynı saatte Burnley maçı varsa, mikrofonları Turf Moor stadına çeviriyorum. Yensin yenilsin her maçı ayrı bir keyif Burnley'nin, hele hele 70 den sonra giren büyük yetenek olmakla birlikte büyük ihtimalle büyük arıza olan Eagles oyuna girdikten sonra yaldır yaldır soldan gelmeleri, bu nedenle de yaldır yaldır sağ taraflarıdan akın yemeleri, anlatılmaz yaşanır. Her bir maçı Rocky tarzı bir spor-kahramanlık-drama üçgeninde geçen bu adanın fakir-çakal ve bir o kadar da ateşli çocuklarının maçlarını kaçırmayın derim.

Altyazı

Erdoğan "İsrail'e düşman gözüyle bakmıyoruz"- Ankara'da okullar domuz gribi nedeniyle bir hafta tatil- Bağdat'ta iki ayrı bombanın eş zamanlı patlaması sonucu 132 kişi öldü- Rijkaard "Rakipten korkmuyoruz, Kadıköy'e kazanmak için gidiyoruz"-

25 Ekim 2009 Pazar

Sadakat

Vallahi de billahi de yolda görsem dönüp bakmayacağım kadınlardadır. Hiç ama hiç tipim değil. Ha o bana bakar mıydı ya da tipi miyimdir o konuda da iddialı değilim.Kocasıyla olan boşanma meselesinin ateşleyen olayda takındığı tutumda da ona iyiden iyiye "ifrit" oldum. Ne yahu bu bir erkekle bir kadının gece aynı arabada görüntülenmesinin aldatma olduğuna delalet!?Zamanında zengin olan kocasının her haltına göz yumup, sonra adam batınca tekmeyi basan kadınlardan hayır gelmez. Ama mesela onlardan hayır gelmeyeceğini en başta görebilmektir. Bunları aldatmayı meşrulaştırmak için söylemiyorum, sadece zamanında evli olduğu halde(kocası kanser tedavisi görürken) bugün Silivri dolaylarında ikamet etmekte olan bir televizyoncuyla olan ilişkisi tüm medyada bilinen ama açıklanmayan bir kadının şimdi aldatılan kadın pozuna girmesine illet oluyorum. İsteyen Silivri'li televizyoncuyla o kadının kanal transferlerinin zamanlamasına arşivlerden bakabilir.

Waut 're you tinting aboğutta?

Jackals of Tunus

Belediye başkanının İ.melih gökçek olduğu bir şehirde, böylesi bir vurgundan sızlanmak elbette boşa nefes tüketmek ama yine de biz yazmış olalım.
Tunus caddesinde yaşanan "haraç kesme"lerden bahsediyorum sevgili okuyucularım. Hani herhangi bir gece bir şeyler içmek ya da sadece gezmek için gittiğiniz Tunalı Hilmi'nin bir paraleli olan, arabanızı park ettiğinizde yanınıza gelen ve "hoş geldin abim" nidasıyla sizi karşılayarak 5 milyon tokalatan tiplerin cirit attığı sokak.
Gündüz vakti, üzerinde sarı yelekli değnekçiler 6 milyon lira karşılığı size fiş kesiyor. Fişin üzerinde Murat inşaat ve ltd. yazıyor. Gerçekten çok merak ediyorum bu adı sanı duyulmamış şirket böylesi büyük bir rantın döndüğü cadde için açılan ihaleyi nasıl alabildiğini. İşin içinde mutlaka bir i.lik seziyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, ihale açılmış adamlar girmiş ve almış ne var bunda? Elbette iş yasalara uygun yalnız mesela nedense bu değnekçi arkadaşlar, garajı olmadığından arabalarını sokağa park etmek zorunda kalan apartman sakinlerinden para talep ederken, asker lojmanında yaşayanlardan bunu isteyemiyor. Burada belediyenin dolayısıyla da halkın zarara uğratılması söz konusu değil mi?
Diğer ve daha önemli olan konuysa bu ülkede hak-hukuk kavramının olmadığının ispatı. Hadi bu adamlar gündüz fiş kesiyor, peki gece yine bunların giydiği yeleklerden giyen elemanlar para alırken neden fiş kesmiyor? Çakal tipli herifler 2000 arabalık bir caddeyi zorla haraca bağlamış durumda. İnsanlar başlarına ya da araçlarına bir zarar gelmemesi için paşa paşa ödüyor kendilerinden istenen parayı. Ben bu adamların o "Murat İnş Ltd" den bağımsız çalıştığına inanmıyorum. İsteyen, elbette canına susamışsa, bir gece "indivudual" olarak orada değnekçilik yapmayı deneyebilir:) Peki ankara emniyeti ne yapıyor? Hiç bir şey! Esasında geçen yıl o da sadece bir haftasonu ekip arabaları caddeyi bütün gece baştan sona turlayarak haraççıları kovalamıştı ama o kadar. Sonra bu tipler hiç bir şey olmamış gibi devam ettiler. Şimdi bu durumda insanın aklına "demek o zaman birilerinin yemi kesildi" sorusu gelmez mi?
Böyle olaylar gerçekten insanı ülkesinden soğutuyor. Çünkü modern bir ülkede kimsenin cesaret edemeyeceği bir şey, bizde normal sayılıyor. Devlet vatandaşının soyulmasına ortak oluyor.

Peki bu ikiyüzlülük değil mi?

Bu "açılım" sürecinde DTP'lilerin devamlı surette tekrarladıkları bir söylem var. Diyorlar ki, "bizler bu ülkede insanların etnik kimliklerini özgürce yaşamalarından yanayız". Bunu dedikten sonra da anayasa'da türkler ve kürtlerin kurucu unsur olarak adının geçmesi gerektiğini savunuyorlar. Tüm açıklamalarına bakın hepsinde kürtler ve karşı cephe olarak türkler var. E peki sen bu ülkede özgürlük ve demokrasiden yanaysan, tüm etnik kimliklere saygı gösterilmesini istiyorsan, niye kendi dışında ki tüm kimlikleri "Türk" adı altına sokarak yok sayıyorsun?

22 Ekim 2009 Perşembe

American way of democracy:)

Amerika'nın özgürlük ve demokrasi götürdüğü Afganistan'da yapılan ve %54 oy olan devlet başkanı Karzai'nin kazandığı açıklanan seçimlere hile karıştığı ispatlandı. Meğerse BM'nin gözetiminde yapılan seçimlerde Karzai %48'ın altında bir oy almış. Bu durum seçimlerin tekrarını gerektiriyor çünkü ilk turda devlet başkanı olabilmek için gerekli oy %50. İşte mücadele verilmeden, kan dökülmeden tepeden inme yolla edinilen demokrasilerin neye hizmet ettiği ortada. Yoksa menşei ve kimlerin adamı olduğu çok belli olan Karzai'nin %54lük oyu münferit bir olaydır, tüm bir camiaya atfedilmemelidir falan filan:)

Başbakan'ın askere bakışı


Tüm bu "açılım" sürecinde beni en çok rahatsız eden, hatta daha açık söyleyeyim çıldırtan,başbakanın grup toplantısında yaptığı bir konuşmada, işi din eksenine getirerek, dağda şehit olan askerin de çatışmada ölen teröristin de annesinin aynı secdeye başını koyduğuna dair yaptığı konuşmaydı. Bu konuşma elbette AKP'li milletvekillerini derinden sarstı, bir çoğu göz yaşlarını tutamadı, başbakan hakkında methiyeler düzüldü. Ne de olsa onların gözyaşı dökmeleri için çok derin manalı sözcükler sarfetmeye gerek yok.
Benim açımdan ise bu konuşma Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez "başbakan" sıfatı taşıyan bir kişinin askerle teröristi aynı kefeye koymasıydı. Her şeyi bir kenara bırakalım. Yani vatan sevgisi, şehitlik vs. Bir tarafta kanunen zorunlu olduğu için dağada savaşan bir insan var, onun karşısında ise kişisel sebepleri dolaysıyla orada bulunan bir insan. Yani sen 20 yaşındaki gencini alıyorsun, ona 3 ay eğitim verip dağa yolluyorsun sonra da o çocuk şehit olunca, onun vurduğu teröristin annelerinn çektiği acı üzerinden onları bir tutuyorsun. Böyle bir şeyi bu ülkenin başbakanı nasıl söyler? O zaman niye genç çocuklar hala dağlarda vatan savunması için canlarını ortaya koyuyorlar? Bir de ortak din midir bu işi çözecek ya da annelerin göz yaşlarını değerli kılan? Irak'ta hergün sünnisi- şiisi birbirini boğazlarken, bizde daha 15 sene önce içinde alevi insanlarımızın bulunduğu otel ateşe verilirken, din bu süreçte nasıl olumlu bir rol üstlenebilir? Bir de insanların yaşadığı acıyı gerçek eşit ve anlamlı kılan aynı dine mensup olmalarından mıdır? Çünkü Başbakan'ın çizdiği çerçevede, islama inanmayan ya da onun dışında dine bir mensup annenin, oğlunun ister asker ister terörist olsun hayatını yitirmesi sonucu çektiği acı tanımlanmıyor.

"30 yıl"

İnsan ömrü için uzun, dünya tarihi için göz açıp kapayana kadar geçen bir zaman. Bunu şundan söylüyorum, insan birey olarak 30 yıl da kendine sınıf atlatabilir, tüm sorunlarını çözebilir, a dan z ye değişebilir. Ama "devlet"lerse söz konusu olan, durum farklıdır.
G. Doğu ile ilgili tüm yapılan yorumların başlangıç sözcüğü "30 yıldır dökülen kan durmalı". Elbette iyi niyetli ardında art niyet olsa bile bu haliyle karşı çıkılamayacak bir temenni. Ama gerçeklerden uzak bir sözcük aynı zamanda. Birinci yanlış yukarıda söylediğimle alakalı. Evet 30 yıl uzun bir süre ama dünya tarihine baktığımızda hangi etnik kimlik sorunu 30 yıldan önce çözülmüş? Mesela bizden çok daha demokrat İspanyol'lar çözebildi mi Bask sorunlarını? Koca İngiltere IRA'yı bitirebildi mi hemen? Ya da Fransa bir zamanlar bağımsızlık yanlısı korsikalılar'la uğraşırken şimdi de göçmenlerden yaka silkmiyor mu? Diğer taraftan da bu sorunu sadece 30 yıllık geçmişiyle ele alarak sorunun öncesini kestirip atmak. Yoksa Osmanlı Cumhuriyetinden bugüne çıkan 600 ayaklanma neyin nesi? O bölgedeki insanlar 79 yılında bir anda "biz kürdistan isteriz" diye mi ayaklandılar?
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu satırın yazarı demokratikleşmeye, insanların etnik kimliğini özgürce yaşabilmesine asla karşı değil. Zaten haddi de değil. Ama dünyanın hiç bir ülkesi kendisine uzatılan namluya boyun eğmez, cevabını verir. Bir sorunu çözecekse de, kalkıp şiirler okuyarak değil, orada savaştırıp henüz 20 yaşında ölmesine ya da sakat kalmasına neden olduğu insanları rencide etmeden yapar bunu.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Bu kadro iş yapar!


Şu an ki Arjantin'den göze daha hoş geldiği kesin en azından.

Diğer bir ???

Tamam doktor değiliz ama kanunlar hakkında biraz bilgimiz mevcut. Malum "açılım" sonrası 34 PKK'lı geldi teslim oldu ve kendilerinin ilk sorgusu yapıldıktan sonra 29'u serbest bırakıldı(kalan 5'inin akıbetini bilmiyorum). Şimdi bu serbest bırakılanlar terör örgütüne üye ve kanunda terör örgütü üyesi olmak suç, ama çıkarılan yasayla herhangi bir terör eylemine girişmemiş olanlar, pişmanlık yasasından faydalanabiliyor. Toplumsal barış bu şekilde sağlanacaksa buna da eyvallah(en kibar tabiriyle "zor" sağlanır düşüncesindeyim)! Şimdi 500.000 TL değerindeki soruyu soruyorum. Dağdan inip yüzbinlerce kişilik konvoylarla karşılanan bu kişiler hemen serbest bırakılıyor da, neden 13-14 yaşındaki çocuklar PKK lehine yapılan gösterilerde polise taş attıkları için 23 seneyle yargılanıyor? O çocuklar terör örgütüne üye olma, terör örgütü adına propoganda ve "silah ve araçlarla mukamevet" suçları işledikleri iddasıyla yargılanmakta.
Yani bu ülkede sırtına keleş alıp dağa çıktıktan sonra inmek serbest ama büyüklerin verdiği gazla polise taş atmak içinde 3 farklı suçu barındıran bir eylem! Pes doğrusu!
"AKP bu işi çözemez" dememin sebebi bu. Çarpıklığın nerede olduğunu bilmiyorlar, sadece hem kürtlerin hem de türklerin tribünlerine oynuyorlar.

???

Tamam doktor değilim. Ayriyeten her şeyin altında bir bit yeniği aramak da paranoyak bünyelerin işi. Ama gerçekten bu domuz gribiyle ilgili anlamadığım bir şey var. Hastalık ilk olarak Bilkent ilkokulunda görüldüğünde, Sağlık Bakanlığı müsteşarı Kanal D'ye çıktı. "Tedbirliyiz, çok dikkatliyiz, halkımız şöyle korunsun, böyle korunsun" dedikten sonra, bu virüs ülkeye ulşama kadar 4-5 evre geçirdiği için ölüm riskinin çok az olduğunu söyledi(Bu evre meselesi de şöyle; hastalık ilk ortaya çıkıyor işte o anda yakalananlar 1. evre oluyormuş, o kişinin bulaştırdığı kişi 2. evre, 2. bulaştırdığı kişi 3 bu böyle gidiyor ve virüs her yeni evrede etkisini yitiriyor). Bunun yanında doktorlara sorduğunuzda, hemen hepsi Domuz Gribinin bu haliyle korkulacak bir hastalık olmadığını, yeterli istirhat ve tamiflu gibi ilaç takviyesiyle atlatılabileceğini, sadece bu grip türünün diğerlerine nazaran daha uzun bir ıstırahat gerektirdiğini söylüyorlar.
Durum böyleyken bu yaratılmaya çalışılan korkunun nedeni ne? Neden 43 milyon doz aşı sipariş ediliyor? Bu sorular insanın beynini kurcalıyor.

Boşa Tantana


2016 oyunları Rio'da. Buna elbette, her Türk evladı gibi nedenini bilemediğim bir sempati beslediğim Brezilya ve onun dışında da blogda kendisinden övgüyle bahsettiğim devlet başkanı Lula için çok sevindim.
Yalnız gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var o da, aday kentlere bakıldığında Rio'nun yarışı baştan kazandığıydı. Nasıl mı? Öncelikle aday kentlere bakmak lazım. Chicago, Madrid, Tokyo,Doha,Prag, Bakü ve Rio. Olimpiyatlar için genel kaide oyunların üstüste aynı kıtaya verilmemesidir. Son 50 yıla bakın bunun böyle olduğunu göreceksiniz. Dolayısıyla, 2012 oyunları Londra'da yapılacağından Madrid ve Prag'ı baştan elememiz gerekir. Doha ve Bakü'de henüz olimpiyatlar için "taze"ydiler ve zaten önce ki turlarda elenmiştiler. Geriye Rio'nun rakibi olarak 2 şehir kalıyordu, Chicago ve Tokyo.
Tokyo oyunlara daha önce ev sahipliği yapmıştı. Bu elbette yine yapmaması için bir engel değildi, ama komşusu Çin daha yeni ev sahipliği yapmıştı, yani 8 yıl aradan sonra oyunların tekrar Asya'ya hem de uzak doğusuna dönmesi ancak diğer rakiplerinin zayıflığıyla mümkündü.
Chicago ise yakın geçmişte iki olimpiyata (Los Angeles ve Atlanta) ev sahipliği yapmış ve Barack Obama'nı sempatisine rağmen Irak'ı cehenneme çevirerek, olimpiyatların ruhundaki barış ateşine su döken bir ülkenin şehriydi.
Geriye bu yüzden tek aday olarak Rio kalıyordu. Tüm Olimpiyat tarihi boyunca oyunlara hiç ev sahipliği yapamamış G.Amerika'nın (68 Meksiko City demeyin, orası "Güney" sayılmıyor) 250 milyon nüfuslu ülkesinin bir numaralı şehri. Dünyanın en büyük turizm mekanlarından olduğundan sorunsuz bir konaklama kapasitesi. Buna ilaveten spora yapılan muazzam yatırımlar ve ülkenin büyük bir kalkınma hamlesi içerisinde olması. Tüm bunlar Rio'yu 2016'nın sahibi yapmaya yettiyordu, onların önüne çıkabilecek tek engel Buenos Aires gibi başka bir büyük G.Amerika şehrinin aday olmasıydı ki kişisel fikrim kim gelirse gelsin Rio'nun kazanmasına engel olamayacak olmasıydı.
Peki 2020'yi kim kazanır? Esasın da coğrafi olarak bakıldığnda İstanbul en avantajlı şehir konumunda, ama sadece o kadar. 70 milyonu aşkın nüfusuyla sporun sadece futbol olarak görüldüğü bir ülke hiç bir zaman olimpiyat yapamaz. İsteyen bomboş tribünlerin önünde Antalya'da yapılan Dünya Eskrim Şampiyonasına bakabilir.
Bu arada bu Pele saçını mı boyuyor nedir! Yıllar geçiyor adam bir gram yaşlanmıyor. Hayır bir Hakan Tecimer'e bakıyorun sonra Pele'ye... İşin içinden çıkamıyorum:)

Maradona olsan farketmez

İsterse tek başına takımını Şampiyonlar Ligi şampiyonu yapsın... Şahsi inancım, şike yaptığı belgelenmiş bir futbolcunun asla milli formayı giymemesi gerektiğidir. Çünkü her ne kadar bir yandan "endüstürüel futbol" dedikleri terane futbolu milli takımlar düzeyinde dahi ticarileştirmiş diğer taraftan da Hakan Şükür ve ekibi gibi sözde maneviyatçılar o formanın değerini Mercedes SUV'ye indirgemiş olsalar da(bknz.2002 dünya kupası türk milli takımı prim krizi), ay-yıldızlı forma bu ülkenin imajını uluslararası alanda yüceltecek yetenekte ve ahlakta sporcuların üstünde olmalıdır.
Bunları dün akşam ki maçtan sonra, "işte gökdeniz" "terim'e kapak olsun" vs. yorumları yapan insanlar için söylüyorum. Ama unutulmaması gereken bir şey var, o da Fatih Terim'in Gökdeniz Karadeniz'i şike yaptıktan sonra milli takımda oynatmaya devam etmesi, hatta ona 10 numaralı formayı vermesi, ancak bu oyuncu Emre Belezöğlu'yla kampa kavga edince ona milli takımın kapısını sonuna kadar kapaması.
İşte bizim sadece milli takım olarak değil ülke olarak çarpık düşüncemiz için bir tümevarımdır Terim'in Gökdeniz'e olan muamelesi. Yıllardır süregelen muhafazakar iktidarların, ülkede muhafaza edemedikleri "prensip" "doğruluk" "dürüstlük" "iyi ahlak" ve benzeri ilkelerin erozyonudur.
"İstediğin b.ku ye yeter ki benim duvarıma işeme"dir.

*Fatih Tekke'nin olayı ise apayrıdır, kendisi milli takımlar tarihinde en büyük haksızlığın yapıldığı oyunculardan biridir.

20 Ekim 2009 Salı

Şerefe demişken... Kadeh tokuşturmanın orta çağ avrupasında, insanların birbirlerini öldürmek için içkisine zehir atmalarına karşı bir önlem olarak geliştirildiğini biliyor muydunuz? Çünkü kadeh tokuşturmanın o zaman ki asıl amacı bardakları birbirine vurarak "tong!" sesi elde etmekten ziyade, hızla vurulan kadehlerin içindeki içkilerin diğer kadehe sıçraması ve bu sayede "bak senin içkinden ben de içiyorum, zehir yok" adı altında güven mesajının karşı tarafa verilmesiymiş yüzyıllardan beri var olan bu geleneğin doğuşuna sebep. Benim aklıma ise şu geliyor; ya hancı p.ştluk peşindeyse?
Tirajlar yükseliyor:) Şerefe ifinim!...

Varım diyoooor!

Bobiler.orgdan alınmıştır

Sabri'nin çocukluğu...

Bobiler.org'da sabri sabri sabri ve out başlığı altında konulan yüzlerce resim ve animasyondan sadece biri:)

Takıntı

Hıncal Uluç Altın Portakal ödül gecesini yerden yere vurmuş, keza diğer pek çok eleştirmen de. Ama Uluç'un "utanç" oarak nitelendirdiği nokta, diğer hemen hemen tüm festivallerde olduğu gibi katılımcıların "dresscode"a uygun kıyafetler seçmemeleri. İster istemez düşünüyorum, bir festivali "utanç" haline getiren insanların oraya kot pantolonla gelmesi midir diye?.. Bu bence o geceye katılanı küçük düşürür, yoksa organizasyonu yerin dibine sokmaz. Ama meseleye Uluç açısından baktığımızda, artık maalesef net olarak görülüyor ki, Hıncal Uluç kendini devamlı tekrar ediyor. Dünyada olup biten gelişmlerden tamamiyle uzak, bilmiyor, okumuyor sadece zamanında okuduğu iki iyi okulun(galatasaray lisesi ve mülkiye) ona kazandırdıklarından geçiniyor, ki o konularda bile saçmaladığı oluyor. Neymiş kendisi cumhuriyetçiymiş, demokrat değilmiş. Çünkü bu kavramları Amerikalıların siyasi yelpazede algıladığı gibi algılıyor! Anayasa Hukuku almış herkes bilir ki demokrasi olmadan, cumhuriyet olmaz. Sakın yanlış anlaşılmasın kendisi bir sohbet ortamında oturup anılarını anlatsa mutlaka ilgiyle dinlerdim, ama gazetesinde yarın sayfa işgal eden bir yazarın bundan daha fazla özelliğe sahip olması gerekir.
Hıncal Uluç'un geçmiş 10 yılda tüm yazılarına bakın, bir festivali eleştiriyorsa bunun sebebi mutlaka ama mutlaka katılımcıların smokinle gelmeyişidir. Bunun dışında salla pati iki satır, "yok bilmem kim sahneye çıktı şöyle iyidi, orada şu restorana gittik kebaplar böyle güzeldi" ne ödül alan yapıtlar hakkında bir yazı ne de yurtdışındaki festivallerle(günümüzdeki elbette) karşılaştırmalı bir yazı... Çünkü başta da söylediğim gibi kendisi izlemiyor, takip etmiyor. Sonra kendini eleştirenlere "hıncal düşmanı" sıfatını yapıştırıyor.
Futbolda da böyle değil mi? Lucescu'dan beri eleştirdiği teknik direktörlere bakın, hepsi korkak! Bunu öyle bir tasfir ediyor ki, futbolu hiç bilmeyen biri, herhangibir Hıncal Uluç yazısını okuduktan sonra, bu oyunda kaybeden teknik direktörlerin kural olarak maç sonunda ırzına geçildiğini zannedebilir. Ve yine bu konuda da hiç kendini geliştirmediğinden hala her futbol eleştirisinde, iki ön libero oynatıldığı için puan kaybı yaşandığı oysa, kendi tabiriyle, o iki kazma yerine top oynamayı bilen adamlar oynatılsa maçın kazanılacağını yazıyor. Tezine örnek olarak da ta 20 küsur sene önce Denizli'nin Wembley'de İngiliz milli takımına karşı çift forvet ve hücumcu bir takımla çıkmasını gösteriyor. Çünkü artık ne Arsene Wenger'i biliyor, ne Mourinho'yu ne Hiddink'i ne de Rijkaard'ı.(Bilmeyenler için söyleyelim, o maçı 8-0 kaybetmiştik, ama Hıncal Uluç'a göre skor önemli değil zihniyet önemliymiş)
Peki ya siyaset? Klasik Hıncal stili siyasetçi eleştirisi. Bunun için önce biri göklere çıkarılır, sonra o kişi bir yerin veya partinin başına geçer ve Hıncal eleştiri bombardımamına başlar. Yazı da hep şöyle başlar, "zamanda onu bir tek destekleyen ben Hıncal..."
Bu arada şu dresscode olayını eleştirmesini eleştirmem yanlış anlaşılmasın. Her ne kadar hayatta icad edenlerin ruhuna rahmet okuduğum 4-5 şey arasında, kravat(papyon da tabii) insanın ayağının canına okuyan makosen ayakkabı ve takım elbise(çünkü bunların hiç biri tabi ihtiyacı karşılayan öğeler olmadıkları gibi rahatsızlık unsurlarıdır) olmasına rağmen, "aman canım bizim kültürümüzde smokin giymek mi var" lümpenliğine girmeyeceğim. Ama bence bir organizasyonu katılımcıların sakilliğiyle bir yere kadar değerlendirilebilir.
Normalde bunları yazan başka bir olsa gülüp geçerim ama konu Uluç olunca ve onun söyledikleri gündemde yer alıp, bazı akılllılar onun aklına uyarak iş yapınca işler değişiyor. Bu yüzden Hıncal Uluç'un bir an evvel köşesine çekilmesi, illa "bilgi birikimini" paylaşmak istiyorsa anılarını yazmasını tavsiye ederim.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Uyursan Ölürsün...


Sanırım ilk fragmanını "Inglorious Bastards" ı izlemek için gittiğim sinemada izlemiştim. Dürüst olmak gerekirse, "Ulan yine altı boş bol ajitasyonlu bir film" diye içimden geçirmiştim. Sonra daha geçen gün gezindiğim ekşisözlükte "nefes" entrysinin yanında 37 rakamını görünce "ne ulan bu" diyerek üzerine tıkladım, öyle ki "nefes"in bir sinema filmi adı olduğunu dahi bilmeden. Yazılan entrylere bakınca büyük bir çoğunluk filmi yere göğe koyamıyordu, en beğenilen noktalar filmin ajitasyondan, propogandadan ya da kendini her bir kesime sevdirme çabasından uzak bir şekilde çekilmiş olmasaydı. Bir de o meşhur içtima sahnesi... Hemen youtube'a girip "nefes içtima" yazdım ve o 6 dakikalık tek başına bile Mete Horozoğlu'nun Oscar'ı hakettiği muhteşem sahneyi izledim. İçtimada askerlerini azarlayan bir yüzbaşı(Azarın nedeni sonlara doğru belli oluyor ve adam haklı diyorsunuz). İnanın Horozoğlu'nun daha önce hiçbir filmini izlemediğim ve oyuncuların genelde amatör kişiler arasından seçilip uzun bir eğitim sürecinden geçirildiğini okuduğum için kendisini gerçekten ordudan ayrılmış bir subay zannettim. Askere gitmiş olanlar ne demek istediğimi o sahneyi izleyince çok iyi anlayacaktır.

Bakın tüm bunları sadece izlediğim o 6 dakikalık sahne için yazıyorum. Filmi izlemedim, izleyecek miyim orasını da bilmiyorum, çünkü gerçekte olanların oynandığı bir filmde 2 dakika önce yaptığı espriye güldüğünüz erin alnının ortasına mermi yiyerek ölmesini izleyebilmeyi kaldırabilir miyim bilemiyorum. Ama sadece o 6 dakikalık sahne için bile, bu filmde emeği geçen herkesi gönülden tebrik ediyorum.

Maç skorlarında tahmin yüzdem yüksek olsaydı iddaa'dan parayı vurmuştum, ama ne yazık ki öyle değil. Mesela geçen sezon ligde biz, kupa finalinde de fener bizi yener demiştim tersi oldu. Yaklaşık 5 senedir, Kadıköy'de ki her maçta GS'li olmamama rağmen "şeytanın bacağı bu sefer kırılacak artık" iddiasında bulunup, hem maddi hem de manevi zarara uğruyorum, o yüzden bu seferlik herhangi bir iddialı açıklamada bulunmadan haftasonu oynanacak derbi üzerinde tahmin belirtiyorum.
- Şu an Türkiye'nin en iyi basan ve pas yapan takımı olan Fener, GS'nin iki patlak stoperinin arasına çok adam kaçırır.
- GS 60. dakikaya kadar dayanabilirse, temposu düşen FB'yi avlayabilir.
- Geçen yıl Sami Yen'de ki son sidik yarışından sonra iki takımdan da daha iyi bir futbol izleme şansımız yüksek.
- Eğer tarih tekerrür edecekse, FB'nin ilk golü büyük ihtimalle duran toptan ve Christian, Blica gibi kendisinden pek gol beklenmeyen bir adamdan gelecektir(oynarsa Topuz'u da plase yazalım).
- Yine tarih tekerrür edecekse, "mevdivenlevin" mutlaka boş olduğu ama GS'lilerin kafasına her türlü yabancı maddenin atıldığı bir maç olacaktır.
- Son olarak GS bu maçı kazanacağım diyorsa, bunu sadece Kadıköy atmosferini daha önce hiç yaşamamış Keita ve Elano ile başarabilir.

Açılım


Uzun süredir yazmak isteyip yazamadığım bir konuydu ülkenin bir numaralı gündemi. Açılmak-açılmamak, az açılmak-çok açılmak... İş artık eski Türk filmlerindeki fettan annenin kızına "göster ama elletme, elletirsen elleme, ellersen verme, verirsen evlen öyle" şeklinde karşı tarafın hamlelerine göre geliştirilen strateji nasihatına döndü. Halbuki siz eğer güçlü bir devlet ve onun başında olduğu ne yaptığını bilen bir hükümet olduğunuz iddiasında iseniz ve bu sorunu gerçekten çözme niyetindeyseniz, o zaman önceden planınızı programınızı, MİT, Genelkurmay ve hatta muhalefetle beraber belirler, %47 lik desteği arkanıza alarak "bu işin çözümü budur, ben bu planı uygulamaya koyuyorum" dersiniz.
Bunu niye söylüyorum, çünkü kürt sorunu artık Türkiye'nin bir iç sorunu değildir. Eğer böyle olsaydı, o zaman komisyonlar kurulur, sorun medya önünde olanca açıklığıyla tartışılır her iki tarafında isteklerinin belli bir müşterek çerçevesinde çözümüne çalışılırdı. Ancak şunu da belirtmem lazım, dünyada güçlü olduğu iddiasında olan hiç bir devlet yapısı üniterken, sonradan bir federatif yapıya dönmemiştir.
Bu sorun başlı başına uluslararası bir hal aldığından dışarıdan çözüm olarak sunulan paketlerin Türklerin ya da Kürtlerin faydasına yönelik olması mümkün değil. Elin Amerikalısı BOP planı için bir strateji belirlerken "aman benim kara kaşlı kara gözlü kürdümün istikbali açık olsun" diye düşüneceğini zannetmiyorsunuzdur herhalde. İşte bu yüzden ben, bu işin çözümünü önceden belirlenmiş ve başta da dediğim gibi Hükümet, MİT, Genelkurmayın ve muhalefetin mutabakatıyla oluşturulmuş bir plan çerçevesinde hareket edilmeliydi diyorum. Bunu sadece ben söylemiyorum, bu ülkede üst düzey bürokratlık, milletvekilliği hatta bakanlık yapmış bir çok kişi söylüyor.
Ama varolana baktığınızda gidişat tam ters. Bu ülkenin koskoca İçişleri bakanı fikir ve öneri almak için Türk Ocakları'na gidiyor. Bu sadece bir örnek, "açılım yapıcaz da bir fincan fikir lazım" diye kapı kapı dolaşılıyor. Allah aşkına Türk Ocakları'ndan sen çözüm için nasıl bir fikir almayı bekliyorsun? Bunu AKP'liler de biliyor ama onların da eli kolu bağlı. Çünkü meseleyi nasıl çözeceklerini onlar da bilmiyor. Çünkü devletin tüm birimlerini yandaşlarıyla doldurmaktan, fikirlerine başvuracakları devlet adamı bırakmadılar ortada. Böyle olunca da kendilerine dışarıdan sunulan ve gerçekte ne Kürtler'in ne de Türkler'in çıkarına olacak "çözüm paketleri"nin yolunu yapmaya çalışıyorlar. Zaten kendileri bu konuda samimi olsalar en başında TRT'de kürtçe kanal kurmak yerine, bunu özel teşebbüsü teşvik yoluyla gerçekleştitirlerdi. İ.Melih Gökçek seçim meydanlarında "Karayalçın gelirse belediyeye PKK'lıları sokacak" şeklinde rezil açıklamalarının önüne geçerlerdi. Onu bugün konuştukları DTP'nin bir önceki hali Dehap'la yaptığı seçim ittifakını PKK'lılık olarak nitelendirtmezlerdi, ya da seçim sonrası hükümet sözcünüz Cemil Çiçek "DTP, Ermeni sınırına dayandı şeklinde ki" Goebbells'in ruhuna rahmet okutcak açıklaması üzerine onu derhal görevden alırlardı.
Şahsi fikrime gelince; bence bu ülkede bir "Kürt Sorunu" vardır, ki yine bence bu eskiden Güney Doğu Sorunu"yken şu anda bu hali almıştır. Bir süre orada yaşamış biri olarak, demokratikleşme sürecinin gereğine inanmakla beraber, oradaki esas sorununun eğitim ve ekonomik olduğu inancındayım. Esasında bu hükümet belki bilerek, belki de bilmeyerek orada çok iyi bir iş yapıyordu, o da bedava kömür vermek dışında (ki o kömürleri satan vatandaşlar ya kaçak elektirikle ya da tezek yakarak ısınınyorlardı) kız çocuğunu okutan ailelere verilen ayda 150 tl'lik yardım. Bu sayede hem kızlar okula gönderilerek eğitim sorunu bir nebze olsun çözülüyor, hem de aileler oradaki şartlar için oldukça iyi miktarda kazanç elde ediyordu.
Çözüm için oradaki köylüyü sanayiye çekmek şart. Bizdeki geri zekalı muhalefet hala toprak ağalarından bahsedip, küçük köylüyü topraklandırmaktan bahsediyor. Halbu ki bunun ne o gariban köylüye, ne de ülke tarımına faydası var. Mikro iktisat dersi görmüş herkesin bileceği gibi, toprak ne kadar bölünürse, getirisi az olacağından, onu işlemek için traktör vs. yerine insan gücüne ihtiyaç olcaktır. Bu da bedava iş gücü için ailelerin fazla sayıda çocuk yapmasına. Sonra o çocuklara tek tarla yetmeyecek, ekmek bulmak için büyük şehirlere göç edecekler, kültürleri yaşam tarzları orada sorun yaratacak ve iş çatışmaya dönecek. İşte bunun önlenmesi için o çocukları bölgede kurulacak sanayi tesislerinde istihdam etmek şart.
Diğer çözülmesi gereken mesele orada görev yapan personelin kafa yapısı. Askeri olsun polisi olsun memuru olsun, bir çoğu içinde bulundukları ortam nedeniyle halka bakış açıları bence yanlış. Halbuki orada görev yapan devlet görevlerinin birinci sorunu halka hizmet olmalı inancındayım, ona tavır alma değil. Sade vatandaşa PKK'lı muamelesi yapanlar kesinlikle tasviye edilmeli. Ayrıca artık nasıl yapılacaksa toplumun belirli bir kesiminin kafasındaki "kürt" imajı da mutlaka silinmeli. Çünkü eskiden nefret PKK'lıya gösterilirken artık bütün kürtler bu çizgideymiş gibi bir hava yaratılıyor. türk-kürt çatlağı, kırılmaya dönmeden mutlaka tedbir alınmalı.
Bunun dışında Kürtçe eğitim üniversitelerde serbest bırakılsın mı isteniyor, o zaman bırakılsın. Ya da köylere kentlere eski kürtçe isimleri türkçeleriyle birlikte kullanılsın bunda bir sakınca yok. Ama bölgesel meclis, bölgeden çıkarılan kaynakların tekrar bölgeye aktarımı, ben bunları kabul edilemez olarak görüyorum.
Bu arada kürtlere de birşeyler söylemek isterim. Kızı başkasıyla ele ele görüldü diye aile meclisi kararıyla katlinin yaygın olduğu, ağanın eteğinin öpüldüğü ve yine kadının adının olmadığı bir toplumda, demokratik açılım taleplerinin ne kadar samimi olduğunun birilerince şüpheyle karşılanması doğaldır.
Ayrılıkçı kürtlere gelince, siz hala 3 yaşındaki çocukların eline molotof kokteyli tutuşturup onları evlerin pencerelerinden sanki bir oyunmuş gibi askerin polisin kafasına attırın ve sonra devlet çocuklarımızı öldürüyor diye propoganda yapın. Ama unutmayın ki, bağımsızlık ve özgürlük yalanıyla kurmak istediğiniz devletin topraklarının, İsrail'in kendisine vaadedildiğine inandığı topraklar olduğu dolayısıyla şartlar ve koşullar değiştiğinde, yani sizlerle işleri bittiğinde, yine sizlerin tek damla göz yaşına bakmadan üzerinizden silindir gibi geçeceklerine emin olabilirsiniz. İşte o zaman mezarlarınıza kendinizi iyi çiviletin. Aksi takdirde torunlarınız "orospu çocuğu dedem, bok vardı da getirdin buralara, gül gibi ülkede yaşamak vardı" diye ağıtlar yaktıklarında ters dönme ihtimaliniz oldukça yüksek.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Tyler diyor ki;


Bu sözlere karşı çıkanın alnını karışlarım. Bir de manifestoya biraz tezat olacak ama yıllar geçti hala o efsane gözlükten hala bir tane bulamadım. Kölelikse kölelik, I have to satisfy my desire ulan!

Objection Your Honour!


Fatih Terim'i kişilik olarak antipatik bulurum nokta. Bunun ötesi yoktur benim için. İyi teknik direktör mü kötü teknik direktör mü buna işin ehilleri tartışsın. Ama nacizane gözlemim, anadolu takımlarından milli takıma seçtiği oyuncuların, hep milli maç öncesi üç büyüklerle oynanan maçlarda göze batan isimler olduğudur. Yani bence Fatih Terim, üç büyükler dışında diğer takımların maçlarını izlemiyordu, elinde bir kadro stratejisi yoktu. Bunun en büyük ispatı Fenerbahçe'ye iki gol atmasının hemen akabinde milli takıma çağırdığı Turgay Bahadır'ın Avusturya milli takımında oynadığını bilmemesidir. Eğer Terim sezon başı bir araştırma yapmış olsaydı bunu mutlaka bilirdi.
İnanarak riske girese her daim kazanacağı gibi çağdışı bir düşünceye kafayı takmış, kıroluğunu (bu söz hakaret olarak değil tespit olarak söylenmiştir) ve eğitimsizliğini dış görünüşü ve asar keser tavırlarıyla kapattığını zanneden ve genişçe bir kesimce de bu özelliğiyle takdir toplayan (bu ülkede böyle şeyler prim yapıyor) en önemlisi de haspel kader bir yere gelebilmiş gözönündeki çoğu Türk vatandaşı gibi kendisine yöneltilen olumsz eleştirinin hiç bir türlüsüne tahammülü olmayan ve bu nedenle yanlışları üzerinde ısrar eden Fatih Terim devri sonunda kapandı. Hayırlı olsun demekten başka çare yok. Takıldığım tek nokta şu, bir kısım medya ve sokaktaki emekli memur zihniyeti hala bu adamın aldığı maaşın derdindeler. Bir sürü karşılaştırmalar, yok efendim playofflara kalan Bosna'nın teknik adamı Terim'in bir ayda kazandığını anca bir senede kazanıyormuş da, Terim'in maaşı sokakttaki vatandaşın cebinden çıkıyormuş vs. Bir sürü popülizm ve demogoji kokan saçmalıklar.
Birincisi Türkiye Futbol Federasyonu "özerk" bir kuruluş bütçesini FIFA ve UEFA'dan aldığı başarılar ölçüsündeki primlerle ve sponsorlardan gelen gelirle belirliyor. Yani sokaktaki vatandaşa bir yük teşkil etmiyor. Türkiye gibi 70 milyonluk ve spor olarak sadece futbol'un bilindiği bir pazarda da en azından sponsor gelirleri oldukça yüksek oluyor.
İkincisi Terim'in aldıığı maaş aylık 130 bin Euro, yani senelik kabaca 1.5 milyon Euro buna elbette diğer primler vs dahil değil. Kulağa ilk duyulduğunda çok gibi geliyor ama bugün futbol piyasasında dönen paralara bakıldığında bu rakam son derece normal. İsteyen Daum'un, Rijkaard'ın, Denizli'nin hatta biraz alakasız olacak ama Sabri Sarıoğlu'nun aldığı ücretlere baksın sonra Fatih Terim'in aldığına laf etsin. Ayriyeten yeri geldiğinde(mesela İspanya maçı öncesi) "Bir türk dünyaya bedel! Bayramda boğa keseceğiz! İnanın çocuklar!" sloganları atanların, koskoca Türk milli takımı teknik direktörünün maaşını, 4.5 milyonluk ve kişi başına düşen 1.800 dloarlık milli gelirle, Saint Vincent, Grenadinler gibi ülkelerle aynı sınıfta bulunan henüz 20 yıllık maziye sahip Bosna-Hersek'in teknik patronuyla karşılaştırması da ayrı ve çok büyük bir iki yüzlülük.
Federasyon kimi getirirse getirsin bence fark etmez. Wenger'in "milli takımlarda başarılı olmak için iyi bir jenerasyon ve bolca şansa ihtiyaç vardır" sözü, hele ki hiç bir ekol yaratamamış ve en iyi oyuncusu bence gelebileceği en iyi nokta Bayern Leverkusen, Aston Villa, Espanyol ya da Lazio ayarında olabilecek Arda Turan sayılan (Hamit Altıntop varken bu da ayrı bir ayıptır) bir milli takımda kulağa küpe olsun ve medyanın gelen hocayı harcamasına izin verilmesin yeter.

Hala Öpüyorlar...


Efsane grup Kiss 11 yıl aradan sonra geçtiğimiz hafta çıkardığı "Sonic Boom" albümü kapsamında turnesine devam ediyor. Dün gece Madison Square Garden'daydılar. Big Apple'a da french yapan grup geçen yıllara ve değişen akımlara karşı dimdik ayakta.

Applause! Applause!


Sarışın roman Tarık Mengüç'ün söylediği şekilde "Arembi" tür musikiyle aram pek iyi olmadığından milletin "wow-süper" nidalarıyla eşlik ettiği ne parçaları pek bilirim ne de Puff Dady (herif 30 defa ad değiştirdi ben en son bıraktığımda da adı buydu) ve şurekası dışında (Rihanna ve özellikle Alisha Keys'e kalkan eller kırılsın diyerek onları haddim olmayarak apayrı bir untouchable sınıfına sokuyorum) pek sanatçı bilmem. Elbette "im'ma let you finish" diyerek ödül alan Taylor Swift'in konuşmasının içine eden eşek sıpası Kanye West'i de bunun dışında tutuyorum (Herif söylemeye terbiyemin el vermediği türlü sıfatların en önde gideni ama "Amazing"i de hakikaten amazing değil mi allah aşkına(bknz. Hakkı Devrim vodafone reklamı))
İşte bu yabancısı olduğum dünyadan bir parçayla youtube'da ve facebook'ta herkesin paylaştığı bir dans videosu aracılığıyla yeni tanıştım. Adı "mad" sanırım 2009 başı çıkışlı bir parça. Solisti ise Ne-yo adlı afro-chino american bir arkadaş. 2 yıldır içinde bulunduğu bu dünyada R&B nin yeni kralı gözüyle bakılıyor kendine. Bu kadar yağlamadan sonra bir de bok atayım. Fotodaki karizma haline pek aldanmayın derim, zira kasket takmasının sebebi karşıdan gelen ışığın hassas gözleri üzerindeki etkisi değil, bildiğin Süleyman Demirel tarzı kel olmasından:) Ama bu "mad"in son yıllarda dinlediğim en bomba parçalardan biri olması gerçeğini değiştirmiyor. "mad"i dinleyin ve dinletin, sonra bir daha dinleyin ve dinletin, böylece mutluluk kısır döngüsünde dönüp durun.

Devler Ligi!...

"And the yılın kolpası goes to..." şeklinde tanımlamak gerekir diye düşünüyorum. Tamamen yalan sataşma diyaloglarını bir kenara koyduğumuzda, kel ve göbekli amcaların halı saha mücadelesinin tv yayını olarak nitelendirilebilir bu organizasyon. Yani deselerdi ki nostalji havası yaratacağız, geçmişin efsaneleriyle dimağlarınızda hoş bir temayiş yaratacağız "eyvallah" diyerek izlerdik, ama o kıran kırana geçen lansmanlardan sonra yaratılan hava tamamen 5. sınıf bir pankreas güreşi organizasyu olmuş. Tek üzüldüğüm nokta efsane Pascal Nouma'mızı bu organizasyona alet olmuş görmek. Yakıştı mı sana Pascal! Biz ki o rezil Torojet reklamını bile sineye çekmiştik hatırına, senin yerin sirk mi be abicim... İlk maçtan notlara gelirsek, Hayrettin bildiğimiz Hayrettin "kısfmet" başlığı altında şanına yaraşır golleri yemeye devam etti. Tanju "piçlik,pislik ve puştluk" rolünü hakkıyla oynuyor, ne de olsa yabancısı olduğu bir şey değil. Sercan, Van Hoojdonk'a tarzanca süper taktik veriyor. Şeytan Ritvan altı kişilik mücadeleyi taktiksel olarak yorumladığında komik duruma düşüyor (alan topu gidiyor hoca, sen hala 1-4-1, 3-2-1 dizilişten bahsediyorsun) Son olarak Hakan Tecimer ne olmuş yahu! 103 gollü efsane kadronun sağ açığını bayramda görsem "ver elini öpeyim dedeciğim" derim harçlık koparmak için. Yaşlanıyoruz Ali Sami... vallahi de billahi de...

7 Ekim 2009 Çarşamba

Biri buna dur demeli


Atlardan anlamam ama at yarışı izlerim. Hatta koşan atların 4. dereceden kuzenlerini bilecek kadar yakından tanıyan arkadaşlarımın kuponlarına da "ya tutarsa" diye ortak da olurum. Ancak son dönemde yaşanan hadiseler beni at yarışlarından ciddi bir biçimde soğuttu. Şikeden, dopingden falan bahsetmiyorum, bu konuda TJK'nın aldığı önlemler oldukça fazla. Benim dikkat çekmek istediğim konu son zamanlarda artan kazalar.
Geçen yıldan bu yana biri jokey ikisi apranti olmak üzere üç binici yarışlarda yaşamını yitirdi. Bir çoğu da ciddi bir biçimde yaralandı. 8 eylül Ankara yarışlarında attan düşen apranti Ömer Yardımcı hala yoğun bakımda. Her hafta iki üç büyük kazanın yaşanması normal sayılır oldu. Şu anda Halef Katı, Halil İbrahim Çelik, Onur Atmaca, Tugay Alıcı, Ümit Derya Altekin vücutlarında kırıklarla yatmaktalar.
Peki son zamanlarda bu kazalar neden arttı? Kazaların oluş şekline baktığımızda genel olarak aprantilerin tutmakta zorlandıkları atlarla önlerindeki atlara takılıp düşmeleri ve bunun akabinde arkadan gelen atların onlara takılarak zincirleme kazalar şeklinde gerçekleştiklerini söyleyebiliriz. Yani mesele esas olarak aprantilerin, ki bilmeyenler için söyleyelim kendileri 100 yarıştan az kazanmış binicilerdir, yeterli eğitimden geçmeden yarışa sokulmalarından kaynaklanmakta. Bu 18 yaşına yeni girmiş ve ehliyeti yeni almış çocuğun altına Ferrari çekmek gibi bir şey. Sonuçta Halis Karataş, Selim Kaya, Sadettin Boyraz gibi tecrübeli jokeylerin yarıştıkları koşularda bu tip kazalara pek rastlanmıyor, ama elbette onlarda önlerinde saçmalayan bir apranti yüzünden her an düşme riskiyle karşı karşıyalar.
Şimdi diyeceksiniz ki, madem bu aprantiler yarışlar için yeterince tecrübeye sahip değil, neden ata bindiriliyorlar? Esasında bütün jokeyler yarış hayatlarına apranti olarak başlıyorlar. Yani tecrübe edinmeleri için elbette yarışmaları şart. Ancak eskiye oranla aprantiler çok daha sık yarışmaktalar. Bunun nedeni de artan yarış programı. TJK karını arttırmak için yılın bayramlar dışındaki her gününe yarış koymakta ki, bu bazı günler iki ayrı şehirde gerçekleşiyor. Böyle olunca aprantilere daha çok iş düşüyor, dahası atlar daha çok koşturuluyor ve hayvanlar yoruluyor. Efsane jokey Süleyman Akdı'nın jokey Gürkan Öker'in cenazesinde söylediği de tam da bu. Akdı'ya göre yorgun olmayan at önünde düşen jokeyi görürse hiçbir şekilde basmaz, ama Öker'in geçirdiği kazada arkadan gelen at onu görmesine rağmen üzerine basıp geçmişti.
Burada o zaman bir soru daha sormak gerekir. Madem en riskli olan atın jokeyin üzerine basması o zaman jokeylerin koruyucu kıyafetleri neden yok? Esasında var ama görüldüğü üzere yeterli değil. Sonuç olarak senede yarım katrilyonun döndüğü bir sektördebinici güvenliği üzerine Ar-Ge faaliyetlerinin göz ardı edilmesi kabul edilemez olmalı. Bunu en başta biniciler istemeli ama elbette onlar da bir takım "ağabeylerin" elinde olan bu organizasyonda seslerini çıkarmaktan çekiniyorlar. Peki biniciler suskun, savcılar ne yapıyor? Kazaları bir trafik gibi mi ele alıyorlar yoksa başka türlü mü? Bana bu sorunun cevabı ilk şıkmış gibi geliyor çünkü aksi olsa bu konu en azından medyada haber olurdu.
Kazaların önüne geçilmesi için çözümler belli. Aprantilerin koşulara katılabilmeleri için verilen lisansın çok ince elenip sık dokunduktan sonra verilemesi ve kendilerinin en azından "yamak 3" ken daha az atın koştuğu yarışlarda görevlendirilmeleri. Yarış günlerinin azaltılması ya da atlara yılda koşu kotasını konması ve son ama en önemli olarak binicilerin koruma aparatlarının geliştirilmesi (motorcular için bile airbagli ceketler var bu devirde). Yoksa her yarış günü yeni cinayetlere davetiye çıkmış olacak.

6 Ekim 2009 Salı

Celebbikes











Bunlarda motorize ünlülerden kesit. Eric Bana ve arkasına hatun atmış Keanu Reeves her zaman ki gibi subzero derecesinde coollar. Ryan Reynolds Scarlet Johanson'u kaptığı yetmezmiş gibi bir de altta "grisi daha güzel" dediğim ducatti 1000 s sport'a kurulmuş... şerefsiz afedersin. Brad Pitt outfit olarak "on numero" olsa da fotoda pek bir gariban çıkmış, hatta hayata küsmüş. Belki de Angelina'dan paparayı yediği bir gündü. Gençlik parkı amelesi kıvamında poz veren Tom Cruise'u ise sona sakladım. Arkadaşın pek kaskmış falan derdi yok anlaşılan(işi Scientology'e mi havale etti nedir?:) Hayır evladım sırf cinsel kimliğin üzerinden dönen spekülasyonlara son vermek için gittin evlendin diye evlendin, e bir de çocuğun oldu. Yazık değil mi kaza yapıp kafanı karpuz gibi dağıtırsan gül gibi karınla tüyü bitmemiş kızın Suri'ye ve Nicole'den olan diğerlerine... Ah evladım... Akkkklım çıkıyor evladım!




5 Ekim 2009 Pazartesi

sport 1000s

Söz verdik gerçekleştirdik:) Sanki 60 ların sonunda 70 lerin başından çıkmış da gelmiş gibi durmuyor mu... Bu modelde favori rengim gri ama güzel resmini bulamadığımdan kırmızsını koydum. Şu siperliğin zerafetine bir bakın hele. Öylesine bir tasarım ki, sahibininin de kendisinin klasına ayak uydurmasını beklemek hakkı sanki. Öyle Japon çizgi filmlerden çıkma envai çeşit renkler taşıyan ceketler kasklar vs. aksesuarlar yakışmaz ona. Sıkı(sağlam) bir pantalon, beyaz ya da gri bir tişört üzerine de sade ama serseri görünümlü bir deri ceket giyilmeli sürülürken. Kafada ki kaskta illa ki yarım olmalı. Biliyorum güvenlik ikinci planda kaldı ama siz de yavaş sürün canım işte, ille de 300km/h yapılacak diye bir şart öne sürmüyorlar satarken:)

Breh breh breh!!!

Ben ki uslanmaz, yılmaz, akmaz-kokmaz-paslanmaz bir Night Rod'cuyum (bknz. Harley Davidson vrcx Night Rod ama yanlış anlaşılmasın henüz zengin olamadığımdan alamadım) Ducati'nin Street Fighter modelini gördüğüm anda kendimi 40 yıllık karısını ilk kez aldatmış (ki burada hanım harley oluyor) bir adam gibi hissettim. O nasıl bir tasarım ya rabbim!... Gerçekten Tanrı bu İtalyan'ları yaratırken iki hususiyet bahşetmiş, birincisi hatunlarının taş gibi olması ikincisi de yaptıkları öz olarak ne kadar uyduruk ve dandik olursa olsun(ki öyle) isterse pisuar yapsınlar o pisuarı bir görsel harika olarak yaratabilmeleri(Ducati elbette özde de harikadır sport 1000s modelini de postlayacağım). Olmaz böyle bir motor... Ben bu street fighter'la adukenler ooooryoucanler, depdepduuudepler çekmek istiyorum!

Akıp geçen zaman...

Star Wars fanatiği olamadım bir türlü. Hatta daha açık konuşmak gerekirse bilim kurgu sinemanın yarattığı gerçeküstü öğelere hep illet olurum. "Işın kılıcı" nedir allahaşkına! Dünya 60 larda nükleer başlıklı füze geliştirişmiş, sen zamanın çok ötesinde bir galakside uzay gemileriyle yol alırken ışın kılıcyla dövüşüyorsun. Sakın Jedi felsefesi falan demeyin, bastın mı kırıkklae aaltıpatların tetiğine 10 metre mesafeden ne jedi kalır ne vader.
Herneyse Star Wars'un Prenses Leila'sı Carrie Fisher şu günlerde Broadway'de oldukça sükse yapan "Wishfull Drinking" oyunuyla gündemde. Eleştirmenler oyunudan övgüyle bahsederken, tek olumsuz noktanın tiyatroyu dolduran Star Wars fan ları olduğunu belirtiyorlar. Benimse dikkat çekmek istediğim nokta farklı. Resimde de gördüğünüz üzere 52 yaşındaki Fisher'ın Prenses Leila'yken resmi ve şu anki hali aynı karede. Nasıl da yaşlanmış, kimi sapık fantazitörlerin rüyalarını süsleyen "Leila". Oysa daha dün gibiydi Star Wars'ı kuzenimle sinema izlediğim zaman. Dediğim şu ki zaman yaş büyüdükçe daha hızlı akıyor, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman sonra (şanslıysak elbette) biz de gençlik resimlerimize bakıyor olacağız. O yüzden gençliğin değerini iyi bilip onu dolu dolu yaşamak, bize bahşedilen yaşam için yapabileceğimiz en büyük iyilik...

1 Ekim 2009 Perşembe

Happy Bithday Maoooo...





Fotoğraflar Çin hükümetinin göreve gelişinin 60.yılı kutlamalarından. Dikkatinizi çekerim "hükümetin göreve gelişi kutlamaları"...:) Elbette askeriye kutlamalarda en önde ne de olsa dosta güven verip düşmana korku saçmak lazım, kadını olsun erkeği olsun ağababaları Sovyet intizamını gram bozmadan tabiri caizse "ip gibi" dizilmişler, varsın sıradan Çin'li hiç bir sosyal hakkı olmadan 12 saatlik vardiyalarla haftada 7 gün aylık 20 dolara çalışsın. Yalnız bir şey biliyorsam, o da, 16 bit ekran kartından çıkma görünümlü hafif zırhlı araçlarının ilk bayırda yolda kalacağıdır. Ne de olsa "Made in China". Bir de o lastiklerin yanakları ne öyle yahu, 60 model amerikan arabalarındaki gibi...