11 Mart 2010 Perşembe

Bitirmenin benim için bir ütopyadan öteye gitmediği, ama işe bakınız ki, "ı don't know how, ı don't when, but something awful about to happen"* şeklinde ortaya çıkmak üzere olan romanımın sanırsam sonlarına geldim. Basılır mı, basılmaz mı onu bilemem(basılmazsa printout yaparım ciltletir kendim okurum dert değil), ama hayata benden dair bir iz bırakacağım için çok heyecanlıyım. Bu sebeplerden bir süredir blogumla ilgilenemedim. Sanırım bu durum bir müddet daha devam edecek. Benim sayfama girerek, görüşlerime değer verdiğini gösteren ve beni en basit tanımıyla mutlu eden okuyucularıma bu durumu bildirmeyi borç bilirim.

* Bu söz Donald Rummsfeld'e aittir. Şair burada "awful" sözüyle romana sesleniyor.

18 Şubat 2010 Perşembe

Cihaner olayı

Bu olay medyanın yansıttığı gibi savcının üç beş çember sakallıyı içeri alması üzerine şeriat damarı kabaran hükümetin savcıyı içeri alması değil. Bundan çok daha fazlası. Savcı Cihaner, Erzincan'da İsmailağa cemaatinin üzerine gidiyordu,çünkü şöyle bir iddia vardı; İsmailağa cemaati kurdukları Medine Vakfı'nda oradaki kız çocuklarına yatılı eğitim veriyorlardı(elbete şeriat) bu başlı başına bir suçtu ama dahası vardı, o da bu kız çocuklarının üniversiteye girebilmeleri için lise diploması gerekliydi ve bu iş için sahte diplomalar temin ediliyordu.

Savcı Cihaner olayı derinleştirdiğinde, aralarında Kadir Topbaş, Yeni Şafak gazetesi sahibi Albayrak, Cemil Çiçek gibi bir çok "önemli" kişi bu diploma temini olayının içinde. Bunu öğrenen hükümette ona hemen klasik baskı politikasını uygulamaya başladı. Önce Erzurum savcısı, İsmailağa cematinin silahlı örgüt kurmak istediği iddiasıyla dosyayı istedi, Cihaner bunu kabul etmeyince, lojmanına yaptırdığı kameliye şikayet konusu oldu(bu ülkede kameliyesi olmayan lojman yoktur) sonra bir anda Erzincan'da baraj kenarından silahlar çıkmaya başladı ve en sonunda ergenekon üyesi olma iddiasıyla tutuklandı. Peki şu anki soruşturma ne alemde derseniz; ilk başta 236 şüphelisi olan iddianamedeki isimleri Erzurum savcısı Osman Şanal önce 16'ya sonra da 8'e düşürdü.

Cihaner'in tutuklanması, Türkiye Cumhuriyeti'nin artık fiilen bir hukuk devleti olmadığının kanıtıdır. Bir cumhuriyet başsavcısı ancak ve ancak Yargıtay kararıyla tutuklanabilir. Elbette bugün bazı orospu çocuğu köşe yazarları "ne yani savcılar tutuklanamaz mı" gibisinden başlıklarla yazı kaleme alıp göt yalayıcılığına yeni bir boyut kazandıracaklardır. Ama bu şerefsizlere hatırlatmak gerekir ki, elbette savcılar tutuklanabilir, hapse atılabilir ve geçmişte bu tip olaylar yaşanmıştır. Ancak hukukta usul esastan önce gelir. Dolayısıyla yargıtay kararı olmadan yapılan bu tutuklama hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Bu sebepten açılacak bir kapatma davası sonuna kadar haklı olacaktır.

Cihaner'in tutuklatılmasının arkasında yatan nedenler belli, birincisi iktidarın kendini kurtarma çabası ikincisi de, kendilerinden olmayan hakim ve savcılara verilen gözdağı. Ben bu ülkede bu tip şantajlara aldırmayıp görevlerini hakkıyla yapmaya devam edecek olan hakim ve savcılar olduğuna inanıyorum. Çünkü bu tip meslekler para pulda ziyade, idealist insanların seçtiği mesleklerdir, yoksa ömrünün yarısından fazlasını anadoluda bir oradan bir oraya geçirip karşılığında 3-5 milyar para almak bence çekilmez. Ben zamanında bu cesareti gösterememiş biri olarak,tüm bu olanları gördükten sonra keşke savcı olup bu insanların tekerine çomak soksaymışım diyorum.

Bu ülke felakete gidiyor. Çünkü başımızda Putin olmak isteyen, ancak onun bilgi birikim, devlet idaresi ve vizyon olarak tırnağı olamayacak biri var. CHP ve MHP'nin aklını başına alıp seçimlere adam gibi isimlerle girmesi şart, yoksa 2011 sonrasını düşünmek dahi istemiyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bit Yeniği


Uçaklara karşı nereden geldiğini bilmediğim bir ilgim vardır. Esasında küçükken çok korkardım uçağa binmekten. Kalkış anında gözlerimi sımsıkı kapar aşağı bakmamaya çalışırdım. Sonra ne oldu bilinmez, o korkum bir anda yok oldu gitti. Hatta sessiz sakin geçen uçuşlarda "biraz türbülansa girsek de eğlensek" gibi düşüncelere "gark" olduğum bile olmuştur. Belki bunda 96 senesinde Alitalia'yla gerçekleştirdiğim Roma-Boston seferinde, uçağın kötü hava koşulları yüzünden pisti iki defa pas geçmesinin (uçak tam tekerlek koyacakken, birden yükselmesi, hem de iki kere, anlatılmaz yaşanır. Hatta Wipeout'ta ki angaralı büdü'nün tabiriyle manyağğ bişiy) payı büyüktür.
Havada gördüğü uçağın Boeing mi, Airbus mı, MD mi olduğunu bir bakışta tespit edebilen, hatta eğer Airbus ise 319,320,321,330,340 ayrımına kadar yapabilen bendeniz için Concord'lar her zaman, bir gün seyahat edebilme ihtimali açısından ütopik olmuştur. Paris-New York arasını 3 saatin biraz üzerinde alabilen, saattaki hızı 2000 km yi geçen, stratosfere yakın bir noktadan uçan bir uçaktan bahsediyoruz. Öylesi bir uçak ki, mühendisleri tarafından uçarken ısı farkından gövdede oluşan 25 cm'lik genişlemeye göre tasarlanmış. Zaten Concorde, Fransa'nın 60'lı ve 70Li yıllarda yaptığı atılımlar neticesinde oluşmuş bir ürün. Efsane Citroenler, Mirage savaş uçakları ve füzeleri hep bu döneme rastgelir.
Concorde kazası olduğunda New York'taydım. Kazanın sebebi olarak uçak kalkmadan hemen önce piste iniş yapan Continental uçağından düşen bir parçanın, Concorde'un tekerleğini patlatması ve tekerlek parçalarının uçağın yakıt tankına çarparken oluşturduğu basınçla yakıt tankının alev alması olarak açıklanmıştı. Komplo teorilerine bayılan biri olarak bu bana biraz garip gelmişti, çünkü kalkış sırasında tekerlek patlaması sıkça yaşanan bir olaydı. Mutlaka daha önce başka Concorde seferlerinde de yaşanmış olmalıydı. O zaman patlamayan yakıt tankları bu sefer nasıl patlamıştı? Bu soru zihnimi kurcalarken geçenlerde okuduğum bir makale ve bugünkü gazetelerde yayınlanan bir haber, kuşkularımda haklılık payı olduğuna beni inandırdı.
Öncelikle haberden başlayalım; Concorde kazasıyla ilgili ceza davasının ilk duruşması Paris'te yapıldı. Oalyda taksirle adam öldürme suçlamasıyla yargılanan iki taraf var. Birincisi o zaman ki Concord'ların uçuş güvenliğinden sorumlu baş uçuş mühendisi ile kazaya kurban giden Concord'un o gün kontrollerini yapan mühendis. Diğeri ise kazaya neden olduğu öne sürülen Continental havayolları. Continental yetkilileri, kazanın anlatıldığı gibi tekerleğin patlamasından meydana gelmediğini, uçağın tekerleği patlamadan önce alev aldığını, bunu da olayın şahidi olan çok sayıda görgü tanığı vasıtasıyla ispatlayabileceklerini iddia ettiler.
Bu gerçekten ilginç bir iddia, çünkü Concorde kazasında havacılık tarihinde bir ilk yaşandı. O da daha önce sıfır kaza sicili olan bir uçak modelinin uçuşları kaldırıldı. Bunu sadece kazaya karışan AirFrance yapmadı, diğer operatör British Airways'te yaptı. Size bahsettiğim makalede bunun sebepleri sıralanmıştı.
Öncelikle Concorde'ların uçuştan çekilme nedenleri şunlar olarak sıralanmıştı.
1) Concorde yolcusunun bu kaza sonrası, Concord'larla uçmaktan imtina etmesi.
Bu yanlış bir bilgiydi. Kazadan sonra bir süre daha devam eden uçuşlarda dolulukla ilgili hiç bir sorun yaşanmadı.
2) Diğer uçaklara göre az sefer gerçekleştiren Concord'ların, kaza sonrası uçuş sayısı/kaza oranın yükselmesi, dolayısıyla da sigorta primlerini artması.
Bu kısmen doğruydu ancak, yine de uçuşlar kar ettiriyordu.
3)Concordların gerçekten yaşlı olması nedeniyle uçuşlarının risk taşıması.
Aynı mantıkla dünyanın en çok kaza yapan uçağı olan dc-9ların hiç uçmaması gerek.
Makaleye göre Concord'ların seferden kaldırılma sebebi şuydu; Bilindiği üzere Concordların yolcu kapasitesi 100 kişiydi. Ortalama bilet fiyatı ise tek gidiş 6000 dolardı. Yani bir uçuşta havayoluna kazandırdığı para 600.000 dolardı. Buna karşın normal bir uçağa mesela bir 747'ye göre çok daha fazla yakıt tüketiyorlardı. Buna karşılık ortalama 100 kişilik first ve business sınıfı olan bir 747'de lüks sınıf bilet fiyatları buna yakındı ve daha düşük yakıt sarfiyatıyla 400'e yakın yolcuyu uçurabiliyorlardı. Makaleye göre, hem AirFrance hem de British Airways, Concorde'ları seferden kaldırırlarsa, Concorde yolcularının mecburen supersonik olmayan uçaklara kayacaklarını biliyorlardı, çünkü Concord'ları onlar istemeden hiç bir havayolu satın alamazdı. Nitekim Virgin Havayolları, uçakların seferlerden kaldırılması açıklandığında, istenilen fiyat neyse bu uçakları satın almaya hazır olduklarını açıklamış ancak bu teklifleri hem İngiliz hem de Fransızlarca reddedilmişti. Bunun sebebi basitti. AirFrance ve BA 747'yle uçurabileceği zengin yolcusunu eğer Concordlar uçmaya devam ederse ya kaybedecek ya da rekabet için daha ucuza uçurmak zorunda kalacaktı.
Sonuç olarak Concord'ların uçuştan kalkmasıyla her iki havayolu, aynı sayıdas yolcuyu, aynı bilet fiyatıyla, çok daha ucuz maliyete uçurarak muazzam bir kar elde etti. Continental'in açıklaması ve bu makaleyi lat alta koyduğunuzda insaın burnuna pis kokular gelmiyor değil. Buna bir de son bir ayağı ben ekleyeyim. Bilindiği gibi uçak kazalarında, ölen yolculara öncelikle havayolunca bir ödeme yapılır, daha sonra da, her bir ölen yolcunun yaşı ve gelir seviyesi(daha doğrusu kazancı) göz önünde tutularak ayrı bir tazminat ödenir(bu tazminatın miktarına çoğu zaman mahkemeler karar verir.) Normalde Concorde gibi her bir yolcusunun yıllık geliri milyonlarca dolar olan bir uçak düştüğünde, ölenlerin yakınlarına ödenecek tazminat miktarı milyar dolarlarla ifade edilir (şöyle düşünün yıllık kazancı 5 milyon dolar olan 40 yaşında bir adam ölse, mahkeme adamın daha çalışacağı süreyi gözönüne alır bu 25 sene daha olsa, adamın yakınları sadece destekten yoksun kalma olarak 125 milyon dolar tazminat alır. Buna manevi ve maddi diğer kayıplar dahil değil. Bu kişi gibi 100 kişinin öldüğü gözönüne alınınca çıkan rakamı düşünün). Ancak o gün gerçekleşen kazada ölenlerin hiç biri klasik Concord yolcusu jet setlerden değildi. Bir derginin yaptığı çekilişinde, dünya seyahati kazanan gariban Alman "talihliler"iydi. Sen git o kadar zenginle uçuş yap sıfır kazayla uç, Alman garibanları uçağına binsin ve lastiğin patlayıp yakıt tankın alev alsın, bir de üzerine milyarlarca dolar kar et... Bu kadar tesadüf biraz fazla değil mi?

Son Padişahın Sanatçı Sevgisi

Küçükken çok moda bir kerizleme metodu hatırlıyorum. Hatta bir keresinde ailecek başımıza da gelmişti. Gecenin kör karanlığında Seymenler Parkında önüne koyduğu ayakkabı boyama sandığının başında ağlayan temiz yüzlü bir çocuk ve başında toplanan insanlar. "Ne oldu evladım, neden ağlıyorsun?" sorularına zırlama sesleri arasında "boyalarımla paramı çaldılar, ben şimdi ta kırkkonaklardaki evime nasıl gideceğim?" cevabı. Elbette yüreği temiz insanların her biri ceplerinden bugünün parasıyla 5'er 10'ar lira çıkarıp çocuğa "al evladım ağlama" diyerek vermişlerdi. Biz de vermiştik, hatta yanımızdaki para az olacaktı ki herhalde, dönüşte eve yürümek zorunda kalmıştık. Çocuk ta paraları alıp, taksiyle Kızılay'a doğru uzamıştı. Herkes "ah evladım görüyor musun, nasıl insanlar var çalmışlar çocuğun tüm paralasını" diye hüzünlerini sesli olarak ifade ederken, kalabalığın arasındaki bir çocuk annesine "iyi de anne Kırkkonaklar yukarı tarafta, çocuk tam ters istikamete gitti demesiyle uyanmıştık. Sonradan hiç yüz vermedim, boyası çalınanlara, kerane tatlısı yola dökülenlere, ya da soğukta okul elbisesiyle tartı başında beklerken soru bankası çözen dahilere. Hatta bir keresinde adalar vapurunda, yanında getirdiği ağzı maskeli oğlunun kanser hastası olduğu iddiasıyla para toplamaya çalışan çingeneye
50 tl uzatıp, "oğlun ne kanseri abla?" diye sormuştum. "Ben caaailim bilmem güzel aabim, ama çok kötü bir kanserdir " deyince, peki hangi hastanede tedavi oluyor" diye ikinci kontra sorumu sordum. "eee yettin ama sana esap mı vercem be" diyerek ortadan kaybolmuştu.
Bakın buradan nereye geleceğim, bu ülkede adı başbakan olup bu kadar gariban ayağına yatan bir başka politikacı daha olmamıştır. Zamanında hakkında muhalif yayın yapan Sabah gazetesinin ümüğünü sıkıp, genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu'yu huzuruna çağırtıp diz çöktüren Güneş Taner'in dediği gibi "devletim oğlum ben, benle şaka olmaz". Başbakan bunu bilmiyor mu ? Bal gibi biliyor, yapıyor da. Yeri geldiğinde muhalif gazetecileri susturabiliyor, kızdığı işadamlarına vergi cezaları kestirebiliyor.Ama devamlı da bir mağduriyet şovu içerisinde. "Darbe, baş örtüsü zulmü,imam hatip katsayısı, suikast" vs diye diye baktılar konu kalmadı, üç yıl önce meydana gelen bir olayı bugün olmuş gibi ısutıp sunuyorlar. Sayın Emine Erdoğan, hastanede yatan Nejat Uygur'u GATA'da ziyaret etmek istemişler de, türbanı(esasında bu takılan ne türban ne baş örtüsüdür, "sıkma baş"tır ama hakaret olarak adlandırılabilir diye kullanamıyorum. Bilmeyenler için türban araplarda erkeklerin başındaki bezdir) yüzünden alınmamış kendisi.
GATA askeri kurallara tabidir. Bugün nasıl ordu evlerine bırakın türbanı, top sakalla dahi girilemiyorsa, GATA'da da aynı kural işler. Seversiniz sevmezsiniz o ayrı ama kural kuraldır. İşin esas acıklı tarafı bunu bilen başbakan'ın yıllardır sürdürdüğü görevinde bu uygulamaya yönelik hiç bir şey yapmaması, o süre zarfında belki başı kapalı bir çok sade vatandaşın bu yüzden GATA'ya girememesi sözkonusuyken, konu kendi karısı olunca bundan şikayetçi olması ve bunu iç politika malzemesi yapması. Her seferinde "biz bu halkın bağrından koptuk" diyen başbakanın ne kadar kendi deyişiyle "kalb'i" olduğunun göstergesidir bu.
Bu ziyaret meselesinde benim deyinmek istediğim ayrı bir konu var. O da ortaya konan oyunun kahramanlarından birinin Nejat Uygur olması. Öncelikle kendisine acil şifalar dilerim. Ama eğri oturup doğru konuşalım, Nejat Uygur ne yapmıştır sanat adına 5. sınıf komedilerden ve kendisinden bile itici Süheyl ve Behzat'tan başka? Benim bilgim yok. Varsa da yaptığı iyi işer kendisinden özür dilerim, ama eminim ki Başbakanımızın kendisine olan derin sevgisinin de bu 5. sınıf komedi eserlerinden dolayı. Bana ister jakoben, ister eltist deyin. Tamam bir ülkenin başbakanı, elbette halka yakın olmalıdır, halkının ortalama kültür seviyesini, buna bağlı beğeni ve taleplerini bilmeli ve bunlardan uzak olmamalıdır, ama o ülkenin başbakanı ortalama insan olmamalıdır. Yani siz Başbakansanız bu ülkede, Nejat Uygur'u ziyaret edebilirsinmiz ama onun espri anlayışı sizi tatmin etmemeli, ya da sanattan sadece anladığınız Nejat Uygur ya da sırf dini duygular içeriyor diye Necip Fazıl şiirleri olmamalı(ha bir de şeb-i aruz törenleri). Eski milli eğitim bakanınız (hüseyin çelik) siyah takım elbise altına üzerinde ünvanı ve adının yazdığı beyaz çorapları giymeyi aklına dahi getirememeli. Nejat Uygur sever Başbakan, dönem süresince hiç bir opera sanatçısını ziyarete gitmiş midir acaba? Onu bıraktım bir kez dahi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını dinlemeye gitmiş midir? Yani yanlış anlaşılması senfoni orkestrası dinlemek bir erdem değildir, ama Başbakan olmuş birinin sanat gibi çağdaş ülkelerin en önemli hayat damarlarından biri olarak görülen daldan tek anladığının Nejat Uygur olması, ülke için vahimdir. Zamanında "bale ahlaksızlıktır" deme cürretini gösteren biri Başbakan olamamalıdır bu ülkede. 5. sınıf sanatçıları kullanarak prim toplayamamalıdır.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Her Kulüp Layık Olduğu Biçimde Yönetilir


Bu ülke spor tarihinin görüp görebileceği en saygıdeğer başkana "Ahmet Dursun, Seba Gitsin" diye bağıran başta Çarşı ve onu bağırtan dünün baba parasıyla zamparalık yapan bücürü, bugünün dincisi, Beşiktaş'ın tüpçü oyuncağı olmasına ses çıkaramaz (hoş Murat Aksu'dan iyidir ya). Beşiktaş'ı bu hale getirip, "yeter demirören" demeye bir tek sizlerin hakkı yok. Hani kongre öncesi bağırıyordunuz ya, "beşiktaş'tan menfaat bekleyen, anasından a. beklesin" diye, o zamanlar üç kuruşluk menfaatiniz için sattığınız onur ve şerefinize karşılık, Demirören'in başkan seçilmesiyle sizin tabirinizle, "ananızın a."ını görmüş oldunuz.

İpad

Sığ adam yorumu; "İyi de göt cebine girmez bu ki"
Benim yorumum; "Ceket cebine de girmez"
Genel yorum; "Bu ne la!"

27 Ocak 2010 Çarşamba

Usul Hatası

Yaprak Dökümünü izleyenler için söylüyorum, genel vekaletnameyle gayrimenkul devri gerçekleştirilemez. Özel yetki olması gerekir. Dolayısıyla Ferhunde'nin kabaka kafanın evine çökmesini kotaramamışlar. Senaristler bana danışsaydı saati 100 Öyrodan kendilerine bu konuda memnuniyetle mütala verirdim ama kısfmet değilmiş.

26 Ocak 2010 Salı

Ha bir de


"Boğazından asla ama asla kısma, tadı güzel ne varsa ye"yi hayat felsefesi edinmiş biri olarak yediklerimin vücudunmda bıraktığı etkileri bir nebze gidermek amacıyla resimdeki aletten aldım. Adı Eliptical Runner. Aldığımda 85 kiloydum(boyum 1.87). Kendisine günde 30-40 dakika arası "biniyorum". Hala boğazından hiç kısmadan 82 kioya sabitledim kendimi (Elbette damar sertliği, kolestrol vs. ne durumda onları bilemeyteceğim). Şidddetle tavsiye ederim.

Anthony Bourdain in İstanbul


Dünyaca ünlü şef ve yemek programı sunucusu Anthony Bourdain, benim bu hayatta imrendiğim ender insanlardan biridir. Sonuçta insana maddi olarak mutluluk veren şeyler nedir? Seks ve yemek. Bence, bir insanın hayatında bu iki unsur "kaliteli"yse diğer şeylerde ki iniş çıkışlar önemli değildir.
Bourdain'in İstanbul için bir program yaptığını Oray Eğin'in Akşam'da ki köşesinde okumuştum. Eğin, programı eleştiri bombardımanına tutarak, Bourdain'in yeteri kadar iyi gezdirilmediğini yazıyordu.
Bugün youtube'dan programı izlediğimde Eğin'e katılmadığımı belirtmeliyim. Bir kere Bourdain salaş yerleri seven biri, o yüzden kalkıp Loft'ta yemek yediremezsiniz. Adam güzel güzel gezdirilmiş, hele o aldıkları sakadatları kebap yaptırdıkları ocakbaşında ağzımın suları aktı vallahi! Elbette Türk mutfağı ve İstanbul gibi envai çeşidin olduğu bir ortamda mutlaka bir şeyler eksik kalacaktı ama yine de güzel program olmuş. Eksikler olarak, Bir kere dönerin memleketinde koskoca şefe hava gazında pişen Bambi döner yedirmek Türklüğe hakarettir ve 301'den yargılanmayı gerektirir. Bulamadınız mı adam gibi kömür ateşinde döner yapan bir yer! Bunun dışında Bourdain'in sadece Avrupa yakasında yemek yemesi (mesela kahvaltıyı Anadolu Hisarı ya da Beykoz civarı bir yerde yeseydi daha iyi olurdu), Türk mutfağının en güzel örneklerinin sunulduğu, Kanaat lokantası ya da Hacı Abdullah'a götürülmemesi, kokoreç, kuru fasulye-pilav, çiğ köfte, kalkan ve lakerdanın tattırılmaması (o kadar da balık restorantına gittiler), baklavanın unutulması ve Bourdain'in bayılacağı Adalar'ın atlanması söylenebilir. Bir de elbette boğazda bir balık yedirilmemesi(Türk kahvesini boka mı benzetti yoksa ben mi yanlış anladım?). Ayrıca her ne kadar ailesinin yaptığı yemekler muhteşem gözükse de, mihmandar kızı yetersiz buldum(Elin adamına "şerefe"nin masada konuşulanın masada kalacağı manasına geldiğini yazması süperdi. Yuvarlak masa şovalyeleri toplantı yemeği sanki). Vedat Milor olsa daha iyi olurdu kanaatindeyim. Ama dediğim gibi 40 dakikalık programda tüm bunları yediremezdin adama(midye dolma yedi ya o bile yeter:)
Sonuç olarak Amerika'nın en çok izlenenen programların birinde Türkiye çok güzel tanıtılmış oldu. Ayrıca Bourdain'in de belirttiği bir nokta, benim de yıllardır hissettiklerime tercüman oldu, o da bizim dışa yönelik reklamlarımızda ne kadar gelişmiş olduğumuz propogandasının gereksizliği, sadece sahip olduğumuz değerlerin tanıtımının dahi bize yeteceği.
Öff yazıyı yazdım ağzımın suları aktı be! Gidip yemek yiyeyim....

21 Ocak 2010 Perşembe

Anlamadığım bir şey var

Bu ülke tarihinde yapılan darbelerin hangi tezgahlar sonucu ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini bilen ve askerin sadece kışlada yönetim yetkisi olması gerektiğine inanan biri olarak, gerçekten kafama takılan bir mevzu var. Son iki senede, ayışığı, sarıkız,kafes en son da balyoz olmak üzere bir çok darbe planı iddiası ortaya atıldı. Dahası bu planların kiminin deniz kuvvetlerinde, kiminin hava kuvvetlerinde, kimininse ordu komutanlıklarında planlandığı iddia ediliyor. Benim anlamadığım eğer mesele AKP'yi iktidardan indirmek ise ve darbeleri hazırladığı iddia edilen birimlere bakıldığında bu konuda ordunun üst düzeyinde genel bir mutabakat söz konusuysa, neden 4 farklı plan hazırlanıyor? Her kafadan ses çıkması mantıksız değil mi? Özellikle de Türk ordusu gibi emir komuta zincirinin en üst önem arzettiği bir yerde.

Yoksa bu Utah kaynaklı ihbarlara dayanılarak hazırlanan darbe planları, gerçekte Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yer yüzündeki her ordu gibi, hazırlık yapmak için tatbikat olarak planladığı olası felaket senaryoları mı? Hani tıpkı geçtiğimiz yıllarda Anayasa mahkemesi başkanın suikast sonucu öldürülmesi üzerine yaşanacakları konu alan Hudson Düşünce Kuruluşunda hazırlananlar gibi.

Kişisel kanaatim Türkiye'de konjonktür gereği artık darbeye imkan olmadığıdır. Tarih tekerrürden ibaretse ve bu ülkede gerçekleşen tüm darbelerde Amerika'nın parmağı varsa, Amerika neden kendisine tam bağlı bir hükümeti iktidardan düşürmek istesin? "Don't sweep him in to drain,use him" imkanı varken, bu saçmalık olmaz mı? Hele ki AKP'nin oylarında ciddi bir düşüş olduğunu gözlemleyerek, Sarıgül'ü piyasaya sürdüğü bir ortamda. Ama bakın buraya yazıyorum; eğer AKP seçimle gidip, yerine CHP-MHP koalisyonu gelir ve Amerikan'ın tekerine çomak sokmaya kalkarsa(pek sanmıyorum ya ama yine de AKP'den biraz daha milli davranırlar herhalde), o zaman tıpkı 80 öncesi sağ-sol çatışması gibi dağdan sokağa inen gerçek anlamda bir türk-kürt çatışması ve akabinde yönetime el koyan ya da post modern darbe yapanlarla karşılaşabiliriz.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Bunları Biliyor muydunuz

*Son büyükelçinin aşağıda oturtulması skandalının, İsrail kamuyounda da büyük tepki gördüğü hatta rezillik olarak adlandırıldığı.

*Sadece radikallerce desteklendiği,

*Rezilliğe imza atan bakan ve yardımcısının dinci değil ama rus kökenli aşırı sağcılar olduğunu,

*Ve mensubu oldukları partinin Davos Fatihinin meşhur "one minute" skandalının hemen sonrasındaki seçimlerde hiç beklenmedik bir oy alarak meclise girip koalisyon için anahtar parti konumuna geldiği,

*Sırf bu yüzden ılımlı solcuların(hoş orada sağ sol devlet politikası değişmez ama) iktidara gelemediğini,

biliyor muydunuz?

Hayvanboyar Başkan


Renklerin insan davranışı ve psikolojisi üzerine etkilerine baktığımızda(Arkasokak.net'den alıntı yaptım) sarı rengin; geçiciliğin ve dikkat çekiciliğin ile ölümün ve sinirliliğin sembolü olduğu görülmekte. Gerçekten de yapılan araştırmalar, bebeklerin duvarları sarıya boyalı odalarda daha çok ağladığını, yetişkinlerin daha sinirli olduklarını, hayvanların dahi öfkelendiklerinde renklerini sarıya çevirdiklerini gösteriyor.
Geçicilik, dikkat çekme arzsu ve elbette sinirlilik gibi tanımlar Mustafa Sarıgül'ün "Değişim Hareketi" olarak adlandırdığı örgütüne tabiri caizse "cuk" oturmuş kavramlar. Ayriyetten sarının renk skalasında yeşil ile kırmızının arasında yer alması, konuşmalarında hem dincilere hem de solculara göz kırpan Sarıgül'ü nitelendirmek için en uygun olanı.
Elbette Sarıgül'ün renk seçiminin yukarıda saydığım kriterlere göre yapılmadığnı tahmin edebilmek için müneccim olmaya gerek yok. Soyadı Sarıgül olduğu için oluşturduğu hareketin rengi sarı.
Sarıgül, deyince benim aklıma Mustafa Sarıgül'den ziyade hep babamın eve renkli televizyon aldığında ilk kez renkli olarak izlediğim dizi gelir(sene 84'tü yanılmıyorsam). Sadece bir kovboy dizisi olarak hatırlıyorum diziyi o kadar. Ama o zamana kadar dizinin başlangıcında hep renksiz olarak gördüğüm gülü, renkli televizyonda sarı olarak görmem aklıma kazınmış herhalde.(Şimdi IMDB de baktım da Cybill Shephard yani Mavi Ay'da David'in aşkı Madelyn da oynuyormuş dizide, bir de Bayan Topesto vardı değil mi orada... Serbest çağrışım nelere kadirsin)
Ben Sarıgül'ü hiç bir zaman sevmedim, çünkü onu hep samimiyetsiz, şov peşinde, kıblesinin yönü belli olmayan, herkese mavi boncuk dağıtan, bir nevi İ.Melih Gökçek olarak gördüm. Oğlunun icraatları (Lütfü Kırdar'da klasik müzik konseri varken üst katta bangır bangır ibo çaldırması) ve eski karısının hakkındaki iddiaları da cabası. Sanırım haklılığımı da , en son yaptığı "icraat" ortaya koydu.
Beyaz güvercinlerin sarıya boyanarak miting meydanından salınmasından bahsediyorum. Böyle bir barbarlık olabilir mi? Eğer mesele o boyanın hayvanlara zarar vereceğini öngörememekse, bu zeka kapasitesinde birinin ülke yönetimine talip olması gerçekten acı. Yok eğer o hayvanların bu şov uğruna doğada hiç bir şekilde yaşayamayacağı önceden biliniyor ve ona rağmen bu işe kalkışılmışsa, aynı zihniyetin ülkeyi yönettiğinde yapacaklarını düşünmek dahi istemiyorum.
Sarıgül ve ekibinin bu hayvan boyama ile ilgili mazeretleri de hazır. DSP'nin güvercinleriyle karıştırılmak istememişler. Ulan o zaman başka hayvan mı bulamadınız simge olarak? Ayrıca bu cümleyle hedefledikleri seçmen kitlesinin de genel olarak sığırdan hallice olduğunu zımnen kabul etmiş oluyorlar. Ne de olsa sandığa gittiğinde Sarıgül'ün güvercinine aldanıp, mührü DSP'ye vuran seçmenden "bilinçli" olarak söz edilmesi beklenemez.
Ben sırf bu sebepten dolayı, CHP'nin oylarını bölmek için özellikle dinci kanallarda şişirilerek sunulan Sarıgül'ün ( bakın Stv, Kanal 7 ve Bugün TV'ye bütün mitingleri canlı yayınlanıyor) CHP yerine bu dinci kanalların hiç aklına getirmediği bir partinin oylarını böleceği kanaatindeyim. Ama herhalükarda hile karışmamış bir seçimde oy oranının %3'ü geçeceğini sanmıyorum. Yine de seçimler öncesi defalarca Washington'da "temas"larda bulunmuş olması ve arkasındaki muazzam maddi destek dolayısıyla da inceden işkillenmiyor değilim.
Sarıgül'den kendisine oy vermeyecek bir seçmen olarak ricam bu DSP'ye benzetilme kaygılarını yok etmek için sarıya boyanmış güvercinlerden daha insani bir yol bulması. Mesela izinden gittiği Ecevit'in adından yola çıkarak dağa taşa "Sarıoğlan" falan yazdırırsa, duyarlı vatandaşların daha az antipatisini kazanacağını düşünüyorum.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Yobazlığın Dini Yok

Haiti'de ki deprem felaketinin, başta hükümet olmak üzere ülkemizde ne kadar az yankı bulduğu malum. Kimse kalkıp, çok Haiti çok uzakta falan demesin, zira aynı mesafedeki Endonezya'da depremde insanlar öldüğünde Tayyip Erdoğan'ın canlı yayında çevresine topladığı işadamlarından nasıl para topladığını hepimiz biliyoruz, çünkü orada ölenler ve evsiz kalanlar müslümandı.

Ben aslında bu yazıyı, Amerika'lı politikacı ve "long time sun of a beach(plaj manasında)" Pat Robbertson için yazacaktım. Çünkü Robertson deprem sonrasında yaptığı açıklamada, Haitili'lerin zamanında Fransız işgalinden kurtulmak için ruhlarını şeytana sattığını, dolayısıyla da Tanrı'nın çevrelerindeki tüm ülkeler gelişmiş! haldeyken onları geri bıraktığını ve depremin de bu yüzden olduğunu söyledi.

Bu açıklamayı redneck tabir edilen cahil bir taşra politikacısı yapsa gülüp geçersiniz ama Pat Robertson Cumhuriyetçi Parti'den başkan adaylığı için ön seçimlerde yarışımış ve arkasında önemli bir seçmen kitlesinin bulunduğu bir isim(evangelist olduğundan bahsetmeme gerek yok herhalde). Yani Amerika gibi kağıt üzerinde ileri bir ülkede bu adam gibi düşünen milyonlar var.

Peki Robertson'un zırvaları sadece Amerika için mi geçerli? Elbette hayır. Bizdeki dincilerin de özellikle doğal afetleri Tanrı'nın kafirlere cezası olarak yorumladıklarını sık sık görürüz. Özellikle Gölcük Depreminden sonra cemaat lideri Mehmet Kutlular'ın 28 Şubat'ın planlayıcısı olduğu iddia edilen Batı Çalışma Grubunun merkezinin Gölcük Donanma Komutanlığı olduğundan yola çıkarak, depremin Allah tarafından bu insanlara bir ceza olarak verildiğini açıklaması üzerine, her türban eyleminde ellerinde "7.4 yetmedi mi?" yazılı pankartları türbanlıları çok gördük. Elbette kimse Mehmet Kutlular'a "Madem Allah deprem yaratarak, kafir ve günahkar olduğunu iddia ettiğiniz insanları cezalandırdı, aynı mantıkla kızınız Vildan Kutlular'ın genç yaşında uyuşturucudan ölmesi için siz ne günah işlediniz?" diye sormaya cesaret edemedi.

Bugün Türk basınına baktığımızda Haiti depremi için benzer yorumları görüyoruz. Hatta islamın sıcak ve güler yüzü olarak yutturulmaya çalışılan Gülen cemaatinin yayın organı Bugün gazetesinde, Patteson'un açıklamalarına paralel olarak, Haitililer'in vodoo inancına bağlı oldukları, şeytana taptıkları ve insan kurban ettikleri( palavraya gel), bu yüzden deprem olduğu iddia edilliyor.

Gördüğünüz gibi konu yobazlık olduğunda din, ırk falan tanımıyor ve dahası bu durum büyük sermeyenin de işine geliyor. Çünkü afetleri Tanrı'nın gazabına bağladığınızda ve insanları buna inandırdığınızda, toplumun çoğunluğunu oluşturan bu bireyler geri kalanı sorgulamıyor(aslında hiç bir şeyi sorgulamıyorlar ya). Dolayısyla kimse o Pat Robbertson'a "Amerika Küba'nın önünü kesmek için zamanında Haiti'yi neden bu kadar karıştırıp onların geri kalmasına neden oldu?" diye soramıyor, ya da bizde ki f tipi yazarlara "Neden o zaman daha kuvvetli depremler gayri müslüm ve sizin inancınıza göre bu yüzden cehennemde yanacak Japonları öldürmüyor?" soramadığı gibi.

İnsanlığın bu yobazlık kıskacından kurtulacağı ve Pat Robertson'la dünya üzerindeki gibilerinin maskelerinin düşeceği günü görebilecek miyiz? Yakın zamanda hiç zannetmiyorum, belki 200-300 yıl sonra...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Hakaret Manasında Olmayan Gerizekalılık


Noktasına virgülüne dokunmadan, Şansal Büyüka'nın bugün ki yazısının başlangıcı buraya aktarıyorum;

(Naklen yayın ihalesi öncesini anlatırken) ...İşin aslına bakarsanız, ihale öncesi Digitürk ile Telekom arasında belirli paketlerle ilgili önemli anlaşma ve iş ortaklığı sağlanmıştı. Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener ile Kulüpler Birliği Başkanı Aziz Yıldırım'ın çabaları ile bu iş ortaklığının temeli atılmıştı. Bu konuda her türlü anlaşma sağlanmışken ve kulüpler 300 milyonluk pakete "evet" demişken Telekom'un ihaleye 24 saat kala "biz tek başımıza giriyoruz" demesi(burada TRT ortaklığı kastediliyor) her şeyi bozdu...


İsteyen ceza kanunu açıp bakabilir hatta madde numarasını da vereyim (235) Şansal Büyüka açık açık "biz burada ihaleye fesat karıştırdık" diyor. Zira Digitürk ve Telekom rakip olmalarına rağmen ihale öncesi biraraya gelip, fiyat tespiti yapıyor. Ve işin daha trajikomik tarafı Büyüka bunun farkında değil, sadece "ulan amma para verdik ya" diye sızlanırken açıklıyor.


Şimdi bu yazıyı ihbar kabul eden herhangi bir savcı, Digitürk, Telekom, TFF ve Aziz Yıldırım hakkında soruşturma başlatabilir. Ayrıca ihaleye katılan diğer kuruluşlar olan D-Smart ve NTV'de bizzat suç duyurusunda olabilir. Dahası bu olayı öğrenip elinde koz olarak saklama imkanı olan hükümet, bu durumu, yarın öbür gün Çukurova medya grubunun her hangi bir muhalif yayının yaptığında ümüğünü sıkmak için kullanabilir.


Bu arada Akşam Gazetesi'nde hiç mi hukukçu çalışmıyor? Benim bildiğim bir yazının yazarın elinden çıkıp okuyucuya ulaştığı ana kadar kadar, gerek imla hatalarını düzeltme gerekse otosansür bakımından bir çok konrolden geçtiği bir ortamda bir kişinin aklına bunun bir suç itirafı olduğu gelmemiş?


Hani derler ya "salak dostum olacağına akıllı düşmanım olsun", tam da bu durum.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bravo!


Eğer doğruysa, yani Fenerbahçe 3.2 milyon TL+ Burak Yılmaz karşılığında Gökhan Ünal'ı Trabzonspor'dan aldıysa bir Beşiktaş'lı olarak "Fenerbahçe camiasına hayırlı uğurlu olsun" demekten başka bir şey söylemiyorum... Tabi sonuna smiley face koyarak:) ( arşivleri tarayın, şu adamın attığı gollerde top hiç yan filelere değmiş mi(bknz. vuruş tekniği) diye bir bakın lütfen)
ohara editi: TL değil, bildiğin Euro'ymuş o 3.2!!!

Aspava Dürüme 40 TL Vermek


Naklen yayın ihalesi, ben bu satırları yazarken hala devam etmekte. Gönlüm ehven-i şer olarak Digiturk'ten yana. Ama mesele kimin kazanacağından çok, yayın bedeline ödenen rakam. Yıllık 300 milyon doları aşan bir rakamdı en son baktığımda. Bu rakam ne için ödeniyor? Elbette yıllardır rezil bir futbolun sergilendiği Süper Lig maçlarının yayını için değil, digital platform pastasındaki payı korumak(digiturk) ya da pay sahibi olmak(telekom) için. Ülkemdeki spor anlayışının acı bir tablosu, hiç bir şeyin(spor dışındakiler de dahil olmak üzere) futbol kadar değerinin olmaması. Ama sonuçta ödenen para doğrudan futbol klüplerinin cebine gidecek. İhale sonunda ortalama bir anadolu takımının kasasına girecek olan para 20 milyon dolar civarı olacak. 15 milyon Euro'luk bütçesiyle Avrupa Ligi'nin iddialı takımlarından olan Standart Liege baz alındığında muazzam bir rakam bu.
Ama hepimiz biliyoruz ki, ligin kalitesi adına değişen hiç bir şey olmayacak. Çünkü ülkemizde futbol kara paranın en çok döndüğü sektör. Klüplere giren bu para, beş para etmez yerli ve yabancı futbolcular, onların aç gözlü menejerleri ve yöneticiler arasında paylaşılacak. Yani bugün 2.2 milyon Euro alan Nobre emsalleri 4 milyon Euro alacak, Mehmet Topuz'lar 20 milyon Euro'dan satılacak, Figer gibi leş kargalarının komisyonları %20 lerden belki de %50 lere çıkacak.
Olan yine bizlere olacak aylık abonelik fiyatlarımız katlanacak (futbol izlemesek bile, çünkü verilen rakamların sadece futbol abonesi yoluyla mümkün olmadığını NTV'ye çıkan tüm ekonomistler belirtti).
Bu noktadan sonra federasyona büyük görevler düşüyor. Bir kere artık yabancı sınırlaması kalkmalı ve ikisi ilk 11'den olmak üzere 18 kişilik kadroda en az 4 alt yapıdan oyuncu oynatma zorunluluğu getirilmeli. İkincisi ve daha önemlisi klüpler ve yöneticileri sıkı mali denetim altına alınmalı. Gerlir gider tabloları tutmayan vergi borcu olan kulüpler kim olduğuna bakılmadan küme düşürülmeli ve yine bence tüm kulüplere şirket olma zorunluluğu getirilmeli. Bu sayede iş, üç kağıtçı başkanlardan profesyonel yöneticilere bırakılmak zorunda kalınacağı için kalite hele ki bu gelirlerle otomatik olarak yükselir.
Elbette bir noktada taraftara da görev düşüyor. Artık bu ülkede başarının tanımı "şampiyonluk" olarak görülmemeli. İstikrar ve pozitif futbol bireyleri tatmin etmeli, yoksa türk futbolunun içinde bulunduğu bu karanlık kuyudan çıkması imkansız.
Kişisel görüşüm bu dediklerimin hiç birinin gerçekleşmeyecek olması. Çünkü bunu tek sağlayabilecek iradenin de bugünkü koatik anlayışın eseri olduğu, halka spor bilnci aşılamsı gereken belediyelerin trilyonlarca paraya takım kurarak süper lig ve bank asya'da mücadele ettiği bir ortamda böylesi "devrim"ler beklemek saflıktan öteye gitmez.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Koltuk Krizi

Teammülleri bilmeden büyükelçiyi eleştirmeyi doğru bulmuyorum. Mesela ibranice bilen bir diplomatın o anda orada olmaması eleştiriliyor, benim bildiğim bu tip görüşmelerde resmi dil ingilizcedir. Anladığım kadarıyla bizim büyükelçi ayaküstü bir "ketenpere"ye getirilmiş, zira haberler doğruysa bu görüşme son dakikada ortaya çıkmış ve konu "Kurtlar Vadisi Filistin" projesinden duyulan rahatsızlıkmış.

İsrail'in yaptığı çok çirkin, ahlaksızca ve ucuz. Bir ülkenin büyükelçisini çağırıp, onu bu şekilde oturtup bir de ibranice giydirmek, Türkçe bilmeyen bir insana güler yüzle "ananı s.kim" demekle aynı bayağılıkta, yani sadece cahil ve fanatikleri sevindirebilecek bir şey. Bence burada büyükelçinin eleştirilebileceği nokta, alçak koltuğu görür görmez, kendisine verilen sandalye diğerlerinden küçük olduğu için Lozan görüşmelerini başlatmayı reddeden İsmet İnönü'yü aklına getirmemek, ya da koltuğun sırtına çıkıp, "biz Türkler oyuna getirilmiş gibi yapıp oyuna getiririz" gibisinden (elbette daha düplomatik bir dille) bir açıklama yapmamaktı. Ayrıca Türkiye'de görev yapan çoğu yabancı diplomat(daha doğrusu büyükelçi) bülbül gibi Türkçe konuşurken, bizim büyükelçilerin bulundukları ülkelerin dillerini bilmemeleri, hele hele İsrail gibi çok önemli ilişkiler içersinde olduğumuz bir ülkenin, bence kabul edilemez. Ama bu büyükelçinin olduğu kadar bu konuda bir uygulama yapmayan Dış işlerinin de ayıbı.

Neticede İsrail'in yaptığı terbiyesizliği tarih not etti, bu coğrafyada onlarla didişmeyen tek ülkeye bunu yapmak pek akıl karı değil. Yalnız burada Araplara yaklaşmak uğruna karşısına İsrail'i alan hükümete de bir kaç söz söylemek lazım. Filistin ve Lübnan'ı vuran İsrail uçakları daha bir hafta öncesine kadar Konya ovasında tatbikat yaparken, kalkıp "one minute" demek, İsrail'in gelmiş geçmiş en saygın politikacılarından birine "yalan konuşuyorsun" demek de aynı olmasa da benzer bir ucuzluk ve tribünlere oynamaktır.

12 Ocak 2010 Salı

What happens in Vegas stays in Vegas


Bu sefer olmamış galiba... Yani Vegas'ta olanın Vegas'ta kaldığı. Akman'ın Vegas'ta 21 oynarken(yanında da porno fuarınmdan iki hatun varmış) gazetecinin birine yakalanmasından bahsediyorum. Beni bilenler bilir. Bağımlılık genim pek aktif değildir. Mesela sigara. Yanımda içilmesinden nefret ederim, ama ayda yılda bir bir tane yakarım ve keyfile tellendiririm ama hiç bir zaman "bir sigara olsa da yaksam" demem, keza içki de öyle. Rakı olsun, viski olsun, rom olsun pek severim kendilerini, içerim de. Ama haftasonları ve ayarında (belki de bu ayarı, sarhoş olduğumda içimden geçenleri hiç bir elekten geçirmeden karşı tarafa aktarmam dolayısıyla tutturmak zorunda kalmış olabilirim:)
Bağımlılık genimin aktif olduğu tek durum vardır benim için. O da Texas Hold'em. Şimdi burada anlatmam uzun sürer, ama bence Hold'em bir kumar türü değil, zaten olsaydı ben oynamazdım diye düşünüyorum, çünkü yine baba tarafından, paranın kıymetini bilme ve onu kolay kolay vermeme gibi bir huyum söz konusu (kısaca pintilik). Bilenler bilir, iyi de oynarım Texas Hold'em i. Tabi Sting'in dediği gibi "he doesnt play for the money he wins, he plays for respect" gibisinden bir felsefem yoktur, 5 saat masada otururum çok nadir oyuna girerim, mümkünse iki elde çiplerimi 2'ye 3'e katlarım sonra başlasın Çanakkale geçilmez.
Akman'ın oynadığı 21'e de merak salmıştım bir aralar. Hatta kart sayma üzerine kitaplar okuyup baya bir pratik yaptıktan sonra, soluğu Amsterdam Casinolarında almıştım. Ancak ilk 10 dakikada 300 Euro kaybedince, 21 maceram başlamadan bitmişti (Şerefsiz kurupiye öyle hızlı dağıtıyordu ki kartları, bırakın saymayı masadaki kartlar maça mı sinek mi anlayamıyordum).
Her neyse dönelim konumuza. Zahit Akman kimliği belli bir vatandaş, çoğu AKP'li gibi bir zamanlar sakalla dolaşırken şimdi bıyıklı olanlardan. Ve bu adam RTÜK gibi bir kurumun başındaydı. Yani yayınların "örf ve geleneklerle, genel ahlak ve adaba aykırı olup olmadığına" karar veren kurumun başkanı. Kendisi fosur fosur sigara içmesine rağmen, filmlerde sigaraların mozaiklenmesi onun zamanında uygulamaya kondu, keza masum içki kadehlerinin de. Çünkü bu kişinin bir misyonu vardı, o da bağlı olduğu tarikatın değerlerini topluma kabul ettirmek. Çünkü Akman ve onun gibi düşünenler insanı insan olarak değil, kul olarak görmekteler. Özgür iradeyi tamamen reddeden bir inanış onların ki, yani kısaca faşist.
Ama dediğim gibi Akman ve benzerlerinin sahip olduğu bu görüş, sadece kul olarak gördükleri toplumdaki bireyler için, kendi yaşamlarında bu değerlerin dışına çıkmaktan çekinmiyorlar. Yoksa islamda haram olan kumar oynamanın başka nasıl bir açıklaması olabilir ki, ya da deniz feneri vasıtasıyla milyonlarca euro tokatlamanın, ya da müslüman diye geçinip, on yıldan fazla bir süredir, Irak'ta milyonlarca insanın ölümünden sorumlu bir ülkede yaşamanın. Akman ve benzerleri farkında olmayabilir ama kendileri bir kast sistemi kurmuşlar. Üsttekilere her şeyin mübağ, alttakilere yasak olduğu. Bunun AKP'nin çok eleştirdiği "bürokratik elit"ten ne farkı var çok merak ediyorum.
Akman'a nacizane tavsiyem, aynı karttan iki tane geldiğinde onları "split" edip "double" yapması ve kazandığı parayı, Vegas'ın ünlü striptiz klüplerinde çarçur etmeyip, ülkesinde harcaması. En azından ülkeye döviz girmiş olur değil mi:)

9 Ocak 2010 Cumartesi

10.000+ Kadınla Yattım Palavrası

Kaç gündür yazacaktım fırsat olmadı. En son Warren Beaty'nin 12.500 kadınla yattığını açıklaması ve bir allahın kulunun bu beyandaki mantık hatasını bulamamasına anlam veremiyorum.
Aslında özellikle Hollywood ünlüleri arasında bu "10.000 rakamı" çok sık telaffuz edilir. Bir nev'i "Sir" ünvanı olarak değerlendirilir. Bundan önce rahmetli basketbolcu Wilt Chamberlain ve Charlie Sheen gibi isimler için de benzeri rakamların telaffuz edildiğini okumuştum.
Bu "10.000" mevzuunda iki husus mantık dışı, birincisi bu arkadaşlar bir takım organlarına sayaç mı takmışlar da bu rakamı telaffuz ediyorlar? Köyden indim şehirede en büyük ağabey Himmet'in kardeşleriyle beraber tarlayı sürerken bulduğu gömüden çıkan altınları "doğuzbindoğuzyüzdoğsandört... doğuzbindoğuzyüzdoğsanbeş...doğuzbindoğuzyüzdoğsanaltı..." şeklinde saydığı gibi bir sayım mı söz konusu? Onda bile adamcağız kaç defa tekrar saymak zorunda kalıyordu. Diyeceğim şu ki; bırakın 3 haneli rakamların yakınına yaklaşmayı çift haneli rakamları tutturmayı anca başarmış birinin, geriye dönüp baktığında kesin bir rakam vermesi zorken (hepimiz öyle değil miyiz yahu?), 10.000 hatununun hesabını tutmak nasıl bir iş?

işin esas mantık dışı kısmına gelince;bahsi geçen Warren Beaty 1937 doğumlu, yani 73 yaşında. Bu da demektir ki, bu adam 26.669 gün yaşamış(29 şubatlarda dahil bu rakama). Penisinin işemekten başka bir işe yaradığını keşfettiğinde 11 yaşında olsa(o da en erken), 4017 günü ziyan olmuş demektir. Kaldı mı geriye 22.652 gün! E şimdi bir adamın böylesine bir "buffy the vampire" olabilmesi için sadece tip yetmez, şan+şöhret+para lazım. IMDB'ye göre ilk filmini 1957 yılında çevirmiş yani 20 yaşında. Hadi diyelim 20 yaşına kadar 100 kadınla birlikte oldu (olmaz ya) 3287 gün daha gitti, geriye 19.365 gün kalır.

Yani bu adam geriye kalan 19.365 gün içerisinde 12.400 kadınla yatmış olması gerekir. Gün başına 0.64 kadın(Şarj aleti yok ki bu meretin)! Ve dikkatinizi çekerim bu yattığı kadın sayısı, toplam rakam değil. Yani bu adamın bu rakama ulaşabilmesi için ömrü boyunca kullan-at şeklinde çalışmış olması lazım (uzun süreli beraberliklerini falan saymıyorum).

Aynı hesabı 44 yaşındaki Charlie Sheen'e vurduğumuzda günlük 1 kadını geçiyor. Baklavacılar için anlatılan hikaye aklıma geliyor bu durumda, hani adam işe başlamadan önce önüne bir tepsi baklava koyup zorla hepsini yedirilermiş de, adam bir daha baklava görünce tiksinirmiş. Aynı hesabın burada da olması gerekmez mi?
Togo milli takımı Afrika kupası için gittiği Angola'da saldırıya uğradı. Takım otobüsünün şöförü ölürken, oyunculardan 2 si yaralandı(mış). Saldırıyı ayrılıkçı militanların üstlendiği söyleniyor.

Şimdi bu coğrafyada yaşadığımızdan, her işin altında bir komplo aramaktayız. Ama bir de meseleye şu açıdan ele almakta fayda var. Kıçıkırık bir örgüt, dünyanın gözünün üzerinde olduğu bilinciyle hareket eden bir ülkenin tüm güvenlik güçleriyle seferber olduğu bir organizasyonda bir milli takım otobüsüne ateş açabilir?

Şu anda Premier lig ve La Liga gibi iki büyük organizasyonda yer alan oyuncular bu turnuvada boy gösterecek ve takımlarından en 2 en fazla 4 hafta uzak kalacakken, bu saldırı akıllara türlü soru işaretleri getiriyor.

Tiger Woods'un golfe ara vermesinin sponsorlarda yarattığı kayıp 1 milyar dolar civarındayken, bir çok kulübü mali krizle boğuşan Premier ligin bunca futbolcudan uzun bir süre(neredeyse sezonun 8 de 1i) yararlananmayacak olması bile düşündürücü değil mi?

8 Ocak 2010 Cuma

Mümtaz'er'le Karşılaşılınca Sorulacak Sorular

1) Canlı yayında bir denizci koramiral tarafından tüm Türkiye'nin gözleri önünde tabiri caizse "itin malum organına sokulmak" nasıl bir duygu?

2) Bundan 14 yıl önce Susurluk kazası sonrası, danışmanlığını yaptığınız Tansu Çiller'in o meşhur "vatan için kurşun atan da yiyen de kahramandır" sözünün yaratıcısı durumundayken, bugünlerde Ergenekon operasyonlarının bir numaralı destekçilerinden olmak nasıl bir duygu?

3) 2. soruyu baz aldığımızda televizyonda ya da herhangi bir yerde bir oryantal performansı izlediğinizde, "ben bundan daha iyisini yapabilirim" kıskançlığı yaşıyor musunuz?

4) Bu fotoğrafı çektirirken çok mu düşündünüz? Yoksa "Buna kafa derler kafa" mesajı mı vermeye çalıştınız?

5) Gördüğünüz yerde Okan Bayülgen'i dövecektiniz. Hala göremediniz mi?

6) Şimdi hocam burada artık biraz samimi olmak durumundayım. Şimdi tipiniz malum, yani bir Brad Pitt, Geroge Clooney, Keanu Reeves değilsiniz. Hatta daha açık söylemek gerekirse gerek boy gerek pos olarak Joe Pesci'den hallice olduğunuz ortada. Eşinize baktığımızda ise gerçekten hoş bir hanımefendi. Şimdi sorum şu; onu nasıl etkilediniz? Olgun erkeği oynayarak mı? O Melih Gökçeği aratmayan içinde türlü anlamlar gizli tebessümünüzle mi? Yoksa kendisi öğrencinizken verdiğiniz derslerde gösterdiğiniz entellektüel birikiminizle mi?

7 Ocak 2010 Perşembe

Bir Apachi Ağlıyor... Annesinin Koynunda!...

Benim için filmin top esprisi başlıktır. Cem Yılmaz'ın ellerine sağlık. Yok çok küfürlüymüş, sinematografik açıdan yetersizmiş, gora gibi değilmiş(bence hem gora'dan hem de arog'dan çok daha iyi ayrı) falan hiç kulak asmayın,gidin bu filme ve anıra anıra gülün. Eğer illa not vermek gerekirse, 10 üzerinden 8.5. Filmin önüne geçen iki unsur Zafer Alagöz'ün muhteşem oyuncuğu ve Demet Evgar'ın görebildiğimiz kadarıyla 10 üzerinden 10 göğüsleri.
Peki filmin eleştirilebilir unsurları yok mu? Elbette vardır. Ama ben seyirci olarak verdiğim paraya helal olsun diyebiliyorsam, varsın bir iki kusuru da olsun filmin.
Bir de allah aşkına artık Cem Yılmaz'ın yaptığı filmlerle, Recep İvedik serileri karşılaştırılmasın. Bu Türkiye'nin en parlak zekalarından birine yapılabilecek en büyük hakaretlerden biri bence. Elmalarla hıyarları karıştırmayalım.

İstanbul İzlenimlerim

Vallahi izlenimim bundan ibaret. Şimdi diyeceksiniz ki "ulan salamy, bu ugg modası tey ne zamandır var, senin şimdi mi haberin oldu?" yine vallahi, ugg diye bir şey duymuştum, daha doğrusu "ugg" yazısı görmüştüm. O yüzden bu adın telaffuzunu bile hala öğrenemedim. "ugg" mu "ugege" mi yoksa "agg" ya da "aggh"mı hala bir muamma benim için.
Şaka bir yana gerçekten de İstanbul'lu kızları bir Ugg çılgınlığı almış gidiyor. Bağdat caddesine çıktığınızda sanki herbiri birazdan caddebostan sahilden kıçtan motorlu teknelerle açılıp adalarda Torik avına çıkacakmış hissi uyandıran hatunlar ortalıkta fink atmakta. Kişisel kanım, bu botların görünüm itibariyle, ikinci bir Bufalo faciası olduğu. Seneye kimse giymez. Ama allahtan bu moda akımını yaratanlar botun üzerine mini etek giyilmesini uygun gördüğünden, kış günü "kase" tabir ettiğimiz bölgelerine kadar mini çekmiş hatunlarımızı yollarda görmek, hem kendi göz zevkimiz için, hem de memleketimi sarmalayan geri kalmış zihniyetin zincirlerini kırıp muassır medeniyetler seviyesine bir nebze yaklaştırması açısından sevindirici. Hatta daha ileri gidip diyebilirim ki mini eteksel açıdan bu akımı, düşük belli kot modasından dahi daha heyecan verici bulduğumu söylemeliyim.

Bu "Ugg" hadisesi dışında batı cephesinde değişen bir şey yok. Trafik hala berbat, sürüclerin bir çoğunun içine "kötü kadın çocuğu ruhu" kaçmış. İstiklal'de Apachi kültürünün yaşatılması adına bireysel ve toplu faaliyetler hız kesmeden devam etmekte. Ulusal bazda bir yılda varolan şirketlerin %6 sından fazlasının kapandığı bir krizde, Bağdat Caddesinde her yer tıklım tıklım. Yalnız mağzalarda oldukça iyi indirimler var, hem de Beymen, Vakko, Fachonable, D&G gibi sıkı markalarda. Üç beş yerden bulup gardroplara lüks ürünler düzüledilir. Ayrıca yine bu caddede gördüğüm kadarıyla "kürt açılımı"na gelen tepkiyi gören "uyanık girişimci"ler yeni bir buffyleme unsuru icat etmişler. O da yolda yürürken ansızın önünüze kartvizit boyutunda bir türk bayrağı uzatıyorlar. İlk sefer kabaran milliyetçi duygularımla refleks olarak uzanıp aldım ama adam "ağbi onun bize maliyeti söz konusu" diyince kağıt bayrağı üç defa öpüp anlıma koyduktan sonra "girişimci" abiye geri verip uzadım.

Kısaca İstanbul bundan ibaretti. Popüler kültürü anlattım, işçi ve itfayeci eylemleriyle adamların çektiği çileleri anlatıp keyfinizi kaçırmak istemedim. Ayrıca bir şeyi daha anladım. Eskiden Ankara'nın benim için bir anlamı vardı. Çok açık ve net söylüyorum artık Ankara bombok bir şehir, hiç bir özelliği yok. Klişe sözlerle yazı bitirmek tarzım değil ama "Hayat İstanbul'da, tabi parası olana".

Pek bir yakında

İstanbul izlenimlerim, Yiğit Karaahmet dosyası, Yahşi Batı, Dinci kanalların sözde uyanıklığı ve daha pek çok şey... Hepsi burada!