25 Haziran 2009 Perşembe

Wundenbah!

RadyoODTÜ'yü dinlerken "aaa" dedim "umbrella'nın orjinal versyonu çalıyor". Hatta solistin öyle bir sesi var ki, bir an Elvis zamanında bir grupta mı söyledi diye şüpheye düştüm. Sonra hemen internete girdim bir de ne göreyim, benim 60 lardan sandığım grup, bildiğin günümüz "band"iymiş hem de bildiğin "Alaman"mış. Adı "The Baseballs", Strike adlı albümünde Umbrella'nın yanısıra hot'n cold parçası da var, ki bence o da "baya iyi!" olmuş. Rihanna'sız Umbrella açılmamış umbrelladır diyenler, the baseball'ı bir dinlesin. Bir de şunu çözdüm, alman aksanı güneyli aksanı için pek bir uygun.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Bekletme bizi Çaaak!


2. sezon Chuck'un "I know kung-fu" diyerek, Matrix'e yaptığı göndermeyle sona erdi. Fuckin' Vancuver 2010 Kış Olimpiyatları yüzünden Chuck'a ve daha önemlisi Agent Sarah Walker'ımıza Mart 2010 gibi kavuşacağız. Brian Larkin'in ölmesi kötü koydu, ama belli de olmaz, ajanlar Larkin'i tekrar diriltip beyni yıkanmış bir vaziyette önümüze de çıkarabilirler 3. sezonda. Dedikodulara göre casttaki kimi isimlerle 3. sezonda çalışılmayacakmış, umarım bu isimler arasında Lester, Jeff ve pek tabi ki Morgan yoktur.

11 Haziran 2009 Perşembe

Yüksek Lise Kurumu

Ülkemizdeki sözde yüksek öğrenimin ve üniversite tanımıyla oksimoron bir ilişkiyle başında bulunan YÖK'ün sosyoloji profesörü ünvanlı başkanı, bu ülkede gerçek anlamda eğitim veren üç beş üniversiteden biri olan Sabancı Üniversitesi'nin sistemine kafayı takmış durumda.

Konu Sabancı Üniversitesinde öğrencilerin istedikleri bölüme geçebilmeleriyle ilgili. Bu geçiş serbestisi zamanında Sakıp Sabancı üniversiteyi kurarken, Cumhurbaşkanı Demirel'den istediği tek ayrıcalıktı ve Demirel bu konuda bir sorun yaşanmayacağını taahhüt etmişti. Fakat YÖK ve başkanı Ziya Özcan üniversitelerdeki tüm sorunları çözmüş, geriye bir bu kalmış gibi (ki bu bir sorun olmanın aksine tam da olması gerekendir) kafalarını buna takmış durumdalar.

YÖK'ün bu konudaki gerekçesi Recep İvedik tadında sevimsiz ve gülünlç olmayan bir saçmalık. Eğer bir öğrenci okuduğu programdan dahha yüksek puanlı bir bölüme geçerse bu o bölüme hakkıyla girmiş öğrencilere haksızlık teşkil edermiş. Nereden bakılsa elde kalan bu saçmalığı teker teker çürütelim;

1) Bir bölümün yüksek puanlı olması, o bölümü diğerlerine göre daha mı değerli kılar? Mesela şu anda puanı daha yüksek olan ODTÜ Elektrik elektronik bölümü, ODTÜ Endüstri Mühendisliğinden daha mı değerlidir? Öyleyse 10 yıl önce Endüstri Mühendisliğinin puanı Elektrik Elektronikten niye daha yüksekti? Endüstri kendi kendine değer mi kaybetti? Ya da orada okuyanların diplomaları süreç içerisinde değerini mi kaybetti?

2) ODTÜ Çevre Mühendisliği, Gazi Elektik Elektronik bölümünden yüksek puanlıysa, bu ODTÜ Çevrenin bir üniversitenin Elektronik Bölümünden daha değerli diğerinden daha mı değersiz manasına gelir?

3) Ütopik bir yaklaşımla, bu yıl sınava giren herkes Sütçü İmam Tarih bölümünü ilk tercih olarak işaretlese ve kimse KOÇ burslu Ekonomiyi işaretlemese ve bu bölüm yedek kontenjandan girenlerle dolsa, sırf puanı düşük diye KOÇ Ekonomi, Sütçü İmam Tarihten daha mı az değerli olacaktır?

4) Bundan 30 yıl önce en yüksek puanlı bölüm olan Kimya mühendisliğinin bugün yerlerde sürünmesi, ya da tüm dünyada dahilerin tercihi Fizik Bölümünün, bizde Mühendisliği yazıp kazanamamış olanlarca doldurulması, bu bölümlerin değerini ne şekilde etkiler? Bu değer kavramı kime göre ve neye göredir?

Lafa geldiğinde insanın hayatını 3 saatte belirleyen sistemin yanlışından dem vuranlar, tam da bu sistemdeki sorunun üstesinden gelmeyi başarmış, kişinin farkında olarak tercih yapabildiği ve kendisi için yanlış olanı anlayıp bundan dönebilme imkanı tanıyan Sabancı Üniversitesi'nde okuyan 1000lerce gencin kaderiyle yok yere, saçma sapan gerekçelerle oynuyorlar. Eğer YÖK'tekiler sundukları bu mazerete gerçekten inanıyorlarsa solo testte 9 piyondan fazlasını bırakmayı da başarabilirler gibime geliyor.



Dumb and Dumber and Dumbest


Blogu takip edenler futbolla ilgili nadir yazı yazdığımı bilirler. Bunun elbette sebepleri var. En öncelikli olanı sahada yaşanan mücadeleyi taktiksel anlamda okumayı pek becerememem. İkincisi de herkesin yorumcu olduğu bir ortamda kendimi o cendereye atmayı istememem.
Dediğim gibi futbolu taktiksel açıdan yorumlamayı beceremem. Ama bu hayatta her koşulda doğru sayılan değerler üzerinden futbolu yorumlamama engel değil. Bu doğrulardan birincisi istikrar. Galatasaray'ın sezon ortası Skippe'yi kovmasını bu noktadan ele almış ve bu hamlenin Galatasaray'a zarar vereceğini öngörmüş ve haklı çıkmıştım. Günlerdir gündemi meşgul eden Topuz olayını da yine bu doğrular üzerinden analiz etmeye çalışacağım.
Öncelikle Mehmet Topuz'un "topçu" olarak yeteneklerine saygı duyan bir insanım. Yalnız bugünlerde hem BJK'nın hem de FB'nin unuttuğu ya da saçma sapan bir sidik yarışı nedeniyle unutturmaya çalıştığı bir husus var, o da takım oyunlarında özellikle hücum hattında bir kişinin tek başına bir şey ifade etmemesi(Stoper de oyuncu kaybı veya kazanımı takımı çok daha fazla etkiler bkn.bu sezon GS'nin Servet'li ve Servet'siz halini, ya da geçmişte Zago, Ronaldo, Tomas ve Song'un geldikleri takımlara yaptıkları pozitif etkileri, bu yüzden neden stoperler diğerlerine göre düşük ücret alırlar bir türlü anlamam). Dediğim gibi Mehmet Topuz iyi bir futbolcu olabilir ama 5 milyon Euro bonservis bedeline değecek bir oyuncu kesinlikle değil, hele ki aynı paraya Avrupa'dan "yıldız" niteliğinde oyuncular bulunabilecekken. Ayrıca her iki takımın da gözü öylesine dönmüş ki, sırf "biz aldık" diyebilmek için en ihtiyaçları olmayan mevki olan sağ açık için bu transferi gerçekleştirmeye çalışıyorlar(Topuz'dan sağ bek olmaz).
Burada bir başka önemli nokta da, Topuz'un mental yetersizliği. Tamam kendisinin top tekniği iyi, fiziği kuvvetli ama geçmişine bakıldığında bir çok meslektaşı gibi eğitimsiz ve cahil. Konuşmaları ve fiziksel görüntüsüyle de bu tanımlamaları tamamlar nitelikte biri. İşte bu tip bir ortamda her iki kulübünde bir tür namus meselesi haline getirdiği birinin, bu iki kulüpten birine transferi gerçekleştiğinde kendi üzerinde oluşacak olan taraftarın beklentisi stresini aşabilmesi için sağlam bir mental güce sahip olması gerektiği açık. Ben kişisel olarak Mehmet Topuz'un iş bu raddeye geldikten sonra bu stresi kaldırabileceğini düşünmüyorum.
Topuz transferinde kulüplerin tutumuna gelince, nereden bakılırsa bakılsın içler acısı bir durum söz konusu(Mehmet bizim Topuz'u sizin basitliğine değinmiyorum bile). FIFA'yı falan bir kenara bırakın, resmen insan hakkı ihlali söz konusu. Bir tarafta adamın başına fedai dikerek onu 5 yıldızlı hapishanelerde bekletmek, öte ki tarafta onu mal yerine koyarak "biz kulübünden Topuz'u satın aldık" beyanatları. Bence FIFA bu olayı kulüp değil, başkanlar bazında değerlendirip okkalı bir ceza vermeli ki, bir daha kimse böyle şeylere tenezzül edemesin. Kayserispor'un 3 kuruş fazla kazanmak için senelerdir dansöz gibi kıvırtmasının elinde patlaması ise olayın tek sevindirici tarafı. Zaten oldum olası köylü kurnazlığının, 3'ü 5'e satmanın, şakşakçı basınca "Kayseri'linin ticaret zekası" olarak adlandırılmasına illet olmuşumdur. Umarım iddia edildiği gibi Topuz'un son seneye ilişkin kontratının geçersiz olduğuna karar verilir de Kayseri'li tüccarlar "ticaret zekası" konusunda iyi bir ders almış olurlar.
Sonuç olarak kişisel fikrim, bu saatten sonra Topuz'un kariyerine Avrupa'da devam etmesi, yoksa bu kadar olaydan sonra İstanbul'un kaynayan kazanları onun boyunu aşar.
Bir de Galatasaray, Adnan Sezgin denen belayı takımdan uzak tutar ve Rijkaard'a en az 2 sene dayanırsa Avrupa'da tekrar final oynar, demedi demeyin.

3 Haziran 2009 Çarşamba

FAK VAAAAAAAR!


Geçen yıl Çukurova grubunun eski yöneticilerinden biriyle yapılan ropörtajda, yönetim kurulu başkanı Karamehmet'in aşırı tutumlu bir insan olduğunu, öyle ki kahvaltıda getirilen poşet çayı dahi ziyan olmasın diye ikinci bardağa daldırdığını okumuştum.
Tutumluluğu nedeniyle arkadaş çevresinde sıkça dalga konusu olan biri olarak, söz konusu davranışı takdir etmiştim, netice de bir insan ne kadar zengin olursa olsun israftan kaçınması gerektiğine inanırım, yalnız çayını pek koyu içmeyen biri olarak bana bir bardakta tek poşet çoğu zaman yeterli gelmezken, sayın Karamehmet'in poşeti iki bardakta nasıl değerlendirdiğine pek anlam veremedim. Herhalde kendileri ıhlamur renginde paşa çayı sevenlerden.
Dediğim gibi tutumlu insanları severim, yalnız son zamanlarda Çukurova grubunun patronlarının bu özelliğini müşterilerini söğüşlemek olarak algıladığını düşünmeye başladım.
Senelerdir Turkcell ve Digiturk abonesiyim. Digiturk'e ayda 40 lira civarı bir para veriyoruz. Geçenlerde aklıma esti, şu Acun Ilıcalı'nın oynadığı aylık 9.90 kampanyalı reklama güvenerek aynı tarifeye geçmek için Digiturk'ü aradım. Ama bir de ne öğreneyim!... Bu kampanya eski aboneleri kapsamıyormuş. Yani bugün abone olan biri, benimle aynı pakete üye olduğunda benim sadece dört te birim kadar para ödeyebilecekken ben bu haktan yararlanamıyorum.
Esas tepemi attıran ise Turkcell oldu. Şu reklamlarda dönen 1200 dakikaya her yöne 35 lira kampanyasına geçmek istediğimi söyledim, cevap aynen şu oldu, "bu sınırlı bir kampanyadır efendim". "Ama" dedim, "hala reklamları dönüyor kampanyanın", "onlar yeni aboneler için isterseniz siz de yeniden abone olarak bu kampanyadan yararlanabilirsiniz". "Oldu canım" dedim ve telefonu kapattım. Yani olaya bakın, yıllardır kullandığım tüm iş çevremin bildiği numaramı değiştirip yeniden numara alacağım!
Hayır dünyanın her yerinde bir müşteri ne kadar eskiyse o kadar kıymetlidir o firma için, çünkü eski müşteriyle devam etmenin maliyeti, yenisini bulmaktan her zaman düşüktür, bu yüzden müşteri memnuiyeti olmazsa olmazdır ama Çukurova grubu sanki bunu çürütmek ister gibi bir davranış içerisinde.
Digiturk'e şu an için mecburuz, ama Turkcell'e bu davranışından ötürü güzel bir bilek hareketi çekip(elle olandan) operatörümü değiştiriyorum. Yaptığım araştırmalar şu anda bana en uygun tarifenin Avea'nın her yöne 300 ya da 500 dakika olduğunu gösteriyor(Vodafone'un her yöne bu tip tarifesini bulamadım bilgisi olanlar mesaj atarsa sevinirim). Müşterisine dalga geçer gibi kazık atan Turkcell'le aramızdaki fak'a son!

2 Haziran 2009 Salı

Bu da benim için!





Yuh!

Çok tanıdık bir Emniyet Müdürü Münevver Karabulut cinayetini çözülmesi için falcıdan yardım istemiş. Saat neredeyse 12 ve bu haber üzerine kimse yorum yapmıyor. Belki Yılmaz Özdil yazdığı içindir, öyle ya adam 6 satırla köşe yazısı yazıyor...

Sanat köşesi

Kuveyt Borsası, Andreas Gursky'nin objektifinden.(Kabul ediyorum adamın 99 cent isimli fotografını 3 küsur milyon dolara almasalar haberim olmayacaktı kendisinden, ne de olsa foto şipşaktan öteye gidemedi bu sanat dalına tutkumuz ama bence bu "tablo" 99 centten daha güzel)

1 Haziran 2009 Pazartesi

Vaka-i Adliye

Urfa Ceylanpınar'da park etme kavgası yüzünden çıkan çatışmada 2 kişi ölmüş, ölenlerin yakınları da, öldürenlerin ev ve işyerlerini basıp yakıp yıkmış. NTV'nin birçoklarına göre afet bana göre ise güzel ama o kadar (yanlış anlaşılmasın ben de severim kendisini ama öyle kimileri gibi platonik bir aşk da beslemem) spikeri Banu Güven haberi sunarken "inanılmaz bir olay" nitelemesinde bulundu.

Gerçekten de dışarıdan bakan bir göz, basit bir park kavgası yüzünden 2 kişinin ölmesini "alışılmadık" ya da "dehşetengiz" olarak nitelendirebilir, ama o bölgede yaşamış olanlar için sıradandır bu tip olaylar.

Somut bir örnek vereyim, bendeniz askerliğimi g.doğu'da askerlik şubesi başkanı olarak yaptım. Görev yaptığım ilçede benden yüksek rütbeli sadece bir subay olduğundan o olmadığı zamanlar garnizon komutanlığını da ben devralıyordum. Görev yaptığım askerlik şubesi bir hanın 5. katında bulunmaktaydı, akşam mesai bittiğinde yukarıda ki terasa çıkıp mangal eşliğinde Nemrut manzarasına karşı bir iki tek atmakta hiç fena olmuyordu.(Dünyanın en güzel patlıcanlı kebabı orada yapılırdı, 75 kilo gittim 85 kilo döndüm o kadar söyleyeyim). Neyse yine yazın kavurucu sıcağında bir mesai daha bitmiş, ben işim bitmiş şubenin üstündeki terasa çıkmış, ayağımda kara kuvvetleri komutanlığı terliklerim, üstümde atletim, yakmış olduğum mangalın üzerinde etler ağır ağır pişerken, Nemrut manzarasına karşı aslan sütümden bir yudum alırken
içimden "oğlum salamy, önemli olan nerede olduğun değil, nasıl olduğundur" diye içimden geçirirken, birden ardı ardına patlayan silah sesleriyle irkildim.

Neler olduğunu ek anlayamamıştım, çünkü her ne kadar g.doğu'da olsam da görev bölgem de son yıllarda pek terör olayı yaşanmamıştı. Silah sesleri ardı ardına devam ederken alt katta bulunan çavuşum "komutanın jandarmadan arıyorlar" diyerek beni telefona çağırdı(Jandarma karakolu 20 metre ilerideydi). Arayan bir başçavuştu, çatışma çıktığını, bize takviye asker göndereceklerini, tüm askerlerin baskın durumuna geçmelerini söyledi. Neyse ben emrimdeki 8 askeri görev yerlerine gönderirken (bu arada askerlerimden biri 9 numara miyop, bir diğeriyse neredyse sağırdı) jandarmadan gelen aslan parçaları hemen binanın girişindeki yerlere mevzilenmişti.

Ama bir gariplik vardı, zira silah sesleri artmasına rağmen bize tek bir mermi dahi isabet etmemişti. Dört tarafı cam olan şubenin tek camı dahi kırılmamıştı. Biz askerlerle "teyakkuz halinde" bir süre bekledikten sonra silah sesleri sustu.

Biz elbette bekleyişimizi jandarmadan gelen telefona kadar sürdürdük, neden sonra onlar bize tehlike geçti dediler, ben teras katımdaki sefama geri döndüm. Tam mangalda yanmış etleri atıp, yenilerini dizmiştim ki, yine bir telefon geldi. Arayan emniyet amiriydi, "gelmeniz lazım" dedi, Jandarma yüzbaşısı görevli olarak operasyonda olduğundan garnizon komutanlığı bendeymiş, benim de orada olmam lazımmış.

Ben güzelim 2. parti etleri kaderlerine terkedip, emniyet müdürlüğüne gittiğimde karşımda türk filmlerinden bir sahneyle karşılaştım. Bizim amir tonton ama cevval komiser Hulusi Kentmen pozunda koltuğunda oturmuş, masanın karşısında sağ ve sola dizilmiş ve en öndekilerinin kafaları boydan boya sargılanmış iki grup(biri fırıncılar diğeri taksiciler), bir de odanın en köşesinde kızarmış burnuyla mahcubiyetinden önüne bakan kimseyle alakası olmayan bir tip.

"Anlatın ne oldu" diye sordu amir ve kafası sargılılardan biri söz aldı,

- Şimdi gomserim, biz taş oynuyorduk(taş dediği okey, oranın en popüler sporudur). Ben de cıft okey vardı dönüyordum(eliyle kendi gurubundan başı sargılı başka bir elemanı göstererek) aha bu hayvan da pat diye bitiverdi.(Türkçe meali adam çift okeyden birini atıp bitecekken eşi o kadar kaş göz yapmasına rağmen bitivermiş).
Ben ulan hayvan niye bittin ben de okey vardın dedim(bu sefer karşı fırıncı gruptan kafalı sargılı elemanı göstererek) bu şerefsiz bana o okey g.tüne girsin dedi. Ben de aldım altımdaki taburayi indirdim gafayına!

Bundan sonrasını ben anlatayım, gruptan biri diğerinin kafasına tabureyi indirince, diğer gruptan başka bir elemanda fırınlarından kaptığı odunla karşı tarafa dalmış ve iki kişinin kafasını yarmış, olaylar esnasında hemen yandaki tekel büfesinde mesaisini bitirip demlenmekte olan polis memuru da (mahçup kafası önde olan şahıs) asayişi sağlamak için havaya ateş açmış, açılan ateşi iki grupta "ahanda bunlar bize zıggiyi" şeklinde anlayınca kendi silahlarına davranmış ve ortalık savaş alanına dönmüş. Bilanço o kadar sıkılan mermiye karşılık 4 yaralı(biri ağırdı galiba).

Orada 9 ay kaldım, 5000 nüfuslu ilçede 8 cinayet işlendi. Dediğim gibi bu tip olaylar vaka-i adliyeden oralarda, buradan sözü elbette g.doğu sorununa getireceğim. Ne kadar demokratik açılımlar yapılırsa yapılsın, eğitim sorunu çözülmeden, ki bu artık sosyolojik bir olgudur ve üstesinden gelebilmek için 2-3 kuşak sonrasının beklenmesi gerekir, oralarla ilgili hiç bir sorun çözülmez. Yarın belki federe parlamento olur, resmi dil kürtçe olur, istenilen tüm haklar verilir ama sokakta insanlar leblebi gibi vurulmaya devam eder. Peki bu kimsenin umrunda olur mu?

Kısa not:kavga edenler sadece kürtler değildi, oradaki tüm grupların içinde şiddet var bu yüzden kürt değil g.doğu sorunu olarak adlandırdım, zira bir sorun olması için ille de devlete baş kaldırmak gerekmiyor.

Bu da Badim İçin!

" Dım-tıs" müzikten hiç hazzetmesem de, çıplak DJ Niki Belluci için insan bir kere de olsa o eziyete kaylanır be badi...(turn table'ın başında çalarken kendinden geçip soyunuyormuş, öyle diyollaa:)