18 Şubat 2010 Perşembe

Cihaner olayı

Bu olay medyanın yansıttığı gibi savcının üç beş çember sakallıyı içeri alması üzerine şeriat damarı kabaran hükümetin savcıyı içeri alması değil. Bundan çok daha fazlası. Savcı Cihaner, Erzincan'da İsmailağa cemaatinin üzerine gidiyordu,çünkü şöyle bir iddia vardı; İsmailağa cemaati kurdukları Medine Vakfı'nda oradaki kız çocuklarına yatılı eğitim veriyorlardı(elbete şeriat) bu başlı başına bir suçtu ama dahası vardı, o da bu kız çocuklarının üniversiteye girebilmeleri için lise diploması gerekliydi ve bu iş için sahte diplomalar temin ediliyordu.

Savcı Cihaner olayı derinleştirdiğinde, aralarında Kadir Topbaş, Yeni Şafak gazetesi sahibi Albayrak, Cemil Çiçek gibi bir çok "önemli" kişi bu diploma temini olayının içinde. Bunu öğrenen hükümette ona hemen klasik baskı politikasını uygulamaya başladı. Önce Erzurum savcısı, İsmailağa cematinin silahlı örgüt kurmak istediği iddiasıyla dosyayı istedi, Cihaner bunu kabul etmeyince, lojmanına yaptırdığı kameliye şikayet konusu oldu(bu ülkede kameliyesi olmayan lojman yoktur) sonra bir anda Erzincan'da baraj kenarından silahlar çıkmaya başladı ve en sonunda ergenekon üyesi olma iddiasıyla tutuklandı. Peki şu anki soruşturma ne alemde derseniz; ilk başta 236 şüphelisi olan iddianamedeki isimleri Erzurum savcısı Osman Şanal önce 16'ya sonra da 8'e düşürdü.

Cihaner'in tutuklanması, Türkiye Cumhuriyeti'nin artık fiilen bir hukuk devleti olmadığının kanıtıdır. Bir cumhuriyet başsavcısı ancak ve ancak Yargıtay kararıyla tutuklanabilir. Elbette bugün bazı orospu çocuğu köşe yazarları "ne yani savcılar tutuklanamaz mı" gibisinden başlıklarla yazı kaleme alıp göt yalayıcılığına yeni bir boyut kazandıracaklardır. Ama bu şerefsizlere hatırlatmak gerekir ki, elbette savcılar tutuklanabilir, hapse atılabilir ve geçmişte bu tip olaylar yaşanmıştır. Ancak hukukta usul esastan önce gelir. Dolayısıyla yargıtay kararı olmadan yapılan bu tutuklama hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Bu sebepten açılacak bir kapatma davası sonuna kadar haklı olacaktır.

Cihaner'in tutuklatılmasının arkasında yatan nedenler belli, birincisi iktidarın kendini kurtarma çabası ikincisi de, kendilerinden olmayan hakim ve savcılara verilen gözdağı. Ben bu ülkede bu tip şantajlara aldırmayıp görevlerini hakkıyla yapmaya devam edecek olan hakim ve savcılar olduğuna inanıyorum. Çünkü bu tip meslekler para pulda ziyade, idealist insanların seçtiği mesleklerdir, yoksa ömrünün yarısından fazlasını anadoluda bir oradan bir oraya geçirip karşılığında 3-5 milyar para almak bence çekilmez. Ben zamanında bu cesareti gösterememiş biri olarak,tüm bu olanları gördükten sonra keşke savcı olup bu insanların tekerine çomak soksaymışım diyorum.

Bu ülke felakete gidiyor. Çünkü başımızda Putin olmak isteyen, ancak onun bilgi birikim, devlet idaresi ve vizyon olarak tırnağı olamayacak biri var. CHP ve MHP'nin aklını başına alıp seçimlere adam gibi isimlerle girmesi şart, yoksa 2011 sonrasını düşünmek dahi istemiyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bit Yeniği


Uçaklara karşı nereden geldiğini bilmediğim bir ilgim vardır. Esasında küçükken çok korkardım uçağa binmekten. Kalkış anında gözlerimi sımsıkı kapar aşağı bakmamaya çalışırdım. Sonra ne oldu bilinmez, o korkum bir anda yok oldu gitti. Hatta sessiz sakin geçen uçuşlarda "biraz türbülansa girsek de eğlensek" gibi düşüncelere "gark" olduğum bile olmuştur. Belki bunda 96 senesinde Alitalia'yla gerçekleştirdiğim Roma-Boston seferinde, uçağın kötü hava koşulları yüzünden pisti iki defa pas geçmesinin (uçak tam tekerlek koyacakken, birden yükselmesi, hem de iki kere, anlatılmaz yaşanır. Hatta Wipeout'ta ki angaralı büdü'nün tabiriyle manyağğ bişiy) payı büyüktür.
Havada gördüğü uçağın Boeing mi, Airbus mı, MD mi olduğunu bir bakışta tespit edebilen, hatta eğer Airbus ise 319,320,321,330,340 ayrımına kadar yapabilen bendeniz için Concord'lar her zaman, bir gün seyahat edebilme ihtimali açısından ütopik olmuştur. Paris-New York arasını 3 saatin biraz üzerinde alabilen, saattaki hızı 2000 km yi geçen, stratosfere yakın bir noktadan uçan bir uçaktan bahsediyoruz. Öylesi bir uçak ki, mühendisleri tarafından uçarken ısı farkından gövdede oluşan 25 cm'lik genişlemeye göre tasarlanmış. Zaten Concorde, Fransa'nın 60'lı ve 70Li yıllarda yaptığı atılımlar neticesinde oluşmuş bir ürün. Efsane Citroenler, Mirage savaş uçakları ve füzeleri hep bu döneme rastgelir.
Concorde kazası olduğunda New York'taydım. Kazanın sebebi olarak uçak kalkmadan hemen önce piste iniş yapan Continental uçağından düşen bir parçanın, Concorde'un tekerleğini patlatması ve tekerlek parçalarının uçağın yakıt tankına çarparken oluşturduğu basınçla yakıt tankının alev alması olarak açıklanmıştı. Komplo teorilerine bayılan biri olarak bu bana biraz garip gelmişti, çünkü kalkış sırasında tekerlek patlaması sıkça yaşanan bir olaydı. Mutlaka daha önce başka Concorde seferlerinde de yaşanmış olmalıydı. O zaman patlamayan yakıt tankları bu sefer nasıl patlamıştı? Bu soru zihnimi kurcalarken geçenlerde okuduğum bir makale ve bugünkü gazetelerde yayınlanan bir haber, kuşkularımda haklılık payı olduğuna beni inandırdı.
Öncelikle haberden başlayalım; Concorde kazasıyla ilgili ceza davasının ilk duruşması Paris'te yapıldı. Oalyda taksirle adam öldürme suçlamasıyla yargılanan iki taraf var. Birincisi o zaman ki Concord'ların uçuş güvenliğinden sorumlu baş uçuş mühendisi ile kazaya kurban giden Concord'un o gün kontrollerini yapan mühendis. Diğeri ise kazaya neden olduğu öne sürülen Continental havayolları. Continental yetkilileri, kazanın anlatıldığı gibi tekerleğin patlamasından meydana gelmediğini, uçağın tekerleği patlamadan önce alev aldığını, bunu da olayın şahidi olan çok sayıda görgü tanığı vasıtasıyla ispatlayabileceklerini iddia ettiler.
Bu gerçekten ilginç bir iddia, çünkü Concorde kazasında havacılık tarihinde bir ilk yaşandı. O da daha önce sıfır kaza sicili olan bir uçak modelinin uçuşları kaldırıldı. Bunu sadece kazaya karışan AirFrance yapmadı, diğer operatör British Airways'te yaptı. Size bahsettiğim makalede bunun sebepleri sıralanmıştı.
Öncelikle Concorde'ların uçuştan çekilme nedenleri şunlar olarak sıralanmıştı.
1) Concorde yolcusunun bu kaza sonrası, Concord'larla uçmaktan imtina etmesi.
Bu yanlış bir bilgiydi. Kazadan sonra bir süre daha devam eden uçuşlarda dolulukla ilgili hiç bir sorun yaşanmadı.
2) Diğer uçaklara göre az sefer gerçekleştiren Concord'ların, kaza sonrası uçuş sayısı/kaza oranın yükselmesi, dolayısıyla da sigorta primlerini artması.
Bu kısmen doğruydu ancak, yine de uçuşlar kar ettiriyordu.
3)Concordların gerçekten yaşlı olması nedeniyle uçuşlarının risk taşıması.
Aynı mantıkla dünyanın en çok kaza yapan uçağı olan dc-9ların hiç uçmaması gerek.
Makaleye göre Concord'ların seferden kaldırılma sebebi şuydu; Bilindiği üzere Concordların yolcu kapasitesi 100 kişiydi. Ortalama bilet fiyatı ise tek gidiş 6000 dolardı. Yani bir uçuşta havayoluna kazandırdığı para 600.000 dolardı. Buna karşın normal bir uçağa mesela bir 747'ye göre çok daha fazla yakıt tüketiyorlardı. Buna karşılık ortalama 100 kişilik first ve business sınıfı olan bir 747'de lüks sınıf bilet fiyatları buna yakındı ve daha düşük yakıt sarfiyatıyla 400'e yakın yolcuyu uçurabiliyorlardı. Makaleye göre, hem AirFrance hem de British Airways, Concorde'ları seferden kaldırırlarsa, Concorde yolcularının mecburen supersonik olmayan uçaklara kayacaklarını biliyorlardı, çünkü Concord'ları onlar istemeden hiç bir havayolu satın alamazdı. Nitekim Virgin Havayolları, uçakların seferlerden kaldırılması açıklandığında, istenilen fiyat neyse bu uçakları satın almaya hazır olduklarını açıklamış ancak bu teklifleri hem İngiliz hem de Fransızlarca reddedilmişti. Bunun sebebi basitti. AirFrance ve BA 747'yle uçurabileceği zengin yolcusunu eğer Concordlar uçmaya devam ederse ya kaybedecek ya da rekabet için daha ucuza uçurmak zorunda kalacaktı.
Sonuç olarak Concord'ların uçuştan kalkmasıyla her iki havayolu, aynı sayıdas yolcuyu, aynı bilet fiyatıyla, çok daha ucuz maliyete uçurarak muazzam bir kar elde etti. Continental'in açıklaması ve bu makaleyi lat alta koyduğunuzda insaın burnuna pis kokular gelmiyor değil. Buna bir de son bir ayağı ben ekleyeyim. Bilindiği gibi uçak kazalarında, ölen yolculara öncelikle havayolunca bir ödeme yapılır, daha sonra da, her bir ölen yolcunun yaşı ve gelir seviyesi(daha doğrusu kazancı) göz önünde tutularak ayrı bir tazminat ödenir(bu tazminatın miktarına çoğu zaman mahkemeler karar verir.) Normalde Concorde gibi her bir yolcusunun yıllık geliri milyonlarca dolar olan bir uçak düştüğünde, ölenlerin yakınlarına ödenecek tazminat miktarı milyar dolarlarla ifade edilir (şöyle düşünün yıllık kazancı 5 milyon dolar olan 40 yaşında bir adam ölse, mahkeme adamın daha çalışacağı süreyi gözönüne alır bu 25 sene daha olsa, adamın yakınları sadece destekten yoksun kalma olarak 125 milyon dolar tazminat alır. Buna manevi ve maddi diğer kayıplar dahil değil. Bu kişi gibi 100 kişinin öldüğü gözönüne alınınca çıkan rakamı düşünün). Ancak o gün gerçekleşen kazada ölenlerin hiç biri klasik Concord yolcusu jet setlerden değildi. Bir derginin yaptığı çekilişinde, dünya seyahati kazanan gariban Alman "talihliler"iydi. Sen git o kadar zenginle uçuş yap sıfır kazayla uç, Alman garibanları uçağına binsin ve lastiğin patlayıp yakıt tankın alev alsın, bir de üzerine milyarlarca dolar kar et... Bu kadar tesadüf biraz fazla değil mi?

Son Padişahın Sanatçı Sevgisi

Küçükken çok moda bir kerizleme metodu hatırlıyorum. Hatta bir keresinde ailecek başımıza da gelmişti. Gecenin kör karanlığında Seymenler Parkında önüne koyduğu ayakkabı boyama sandığının başında ağlayan temiz yüzlü bir çocuk ve başında toplanan insanlar. "Ne oldu evladım, neden ağlıyorsun?" sorularına zırlama sesleri arasında "boyalarımla paramı çaldılar, ben şimdi ta kırkkonaklardaki evime nasıl gideceğim?" cevabı. Elbette yüreği temiz insanların her biri ceplerinden bugünün parasıyla 5'er 10'ar lira çıkarıp çocuğa "al evladım ağlama" diyerek vermişlerdi. Biz de vermiştik, hatta yanımızdaki para az olacaktı ki herhalde, dönüşte eve yürümek zorunda kalmıştık. Çocuk ta paraları alıp, taksiyle Kızılay'a doğru uzamıştı. Herkes "ah evladım görüyor musun, nasıl insanlar var çalmışlar çocuğun tüm paralasını" diye hüzünlerini sesli olarak ifade ederken, kalabalığın arasındaki bir çocuk annesine "iyi de anne Kırkkonaklar yukarı tarafta, çocuk tam ters istikamete gitti demesiyle uyanmıştık. Sonradan hiç yüz vermedim, boyası çalınanlara, kerane tatlısı yola dökülenlere, ya da soğukta okul elbisesiyle tartı başında beklerken soru bankası çözen dahilere. Hatta bir keresinde adalar vapurunda, yanında getirdiği ağzı maskeli oğlunun kanser hastası olduğu iddiasıyla para toplamaya çalışan çingeneye
50 tl uzatıp, "oğlun ne kanseri abla?" diye sormuştum. "Ben caaailim bilmem güzel aabim, ama çok kötü bir kanserdir " deyince, peki hangi hastanede tedavi oluyor" diye ikinci kontra sorumu sordum. "eee yettin ama sana esap mı vercem be" diyerek ortadan kaybolmuştu.
Bakın buradan nereye geleceğim, bu ülkede adı başbakan olup bu kadar gariban ayağına yatan bir başka politikacı daha olmamıştır. Zamanında hakkında muhalif yayın yapan Sabah gazetesinin ümüğünü sıkıp, genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu'yu huzuruna çağırtıp diz çöktüren Güneş Taner'in dediği gibi "devletim oğlum ben, benle şaka olmaz". Başbakan bunu bilmiyor mu ? Bal gibi biliyor, yapıyor da. Yeri geldiğinde muhalif gazetecileri susturabiliyor, kızdığı işadamlarına vergi cezaları kestirebiliyor.Ama devamlı da bir mağduriyet şovu içerisinde. "Darbe, baş örtüsü zulmü,imam hatip katsayısı, suikast" vs diye diye baktılar konu kalmadı, üç yıl önce meydana gelen bir olayı bugün olmuş gibi ısutıp sunuyorlar. Sayın Emine Erdoğan, hastanede yatan Nejat Uygur'u GATA'da ziyaret etmek istemişler de, türbanı(esasında bu takılan ne türban ne baş örtüsüdür, "sıkma baş"tır ama hakaret olarak adlandırılabilir diye kullanamıyorum. Bilmeyenler için türban araplarda erkeklerin başındaki bezdir) yüzünden alınmamış kendisi.
GATA askeri kurallara tabidir. Bugün nasıl ordu evlerine bırakın türbanı, top sakalla dahi girilemiyorsa, GATA'da da aynı kural işler. Seversiniz sevmezsiniz o ayrı ama kural kuraldır. İşin esas acıklı tarafı bunu bilen başbakan'ın yıllardır sürdürdüğü görevinde bu uygulamaya yönelik hiç bir şey yapmaması, o süre zarfında belki başı kapalı bir çok sade vatandaşın bu yüzden GATA'ya girememesi sözkonusuyken, konu kendi karısı olunca bundan şikayetçi olması ve bunu iç politika malzemesi yapması. Her seferinde "biz bu halkın bağrından koptuk" diyen başbakanın ne kadar kendi deyişiyle "kalb'i" olduğunun göstergesidir bu.
Bu ziyaret meselesinde benim deyinmek istediğim ayrı bir konu var. O da ortaya konan oyunun kahramanlarından birinin Nejat Uygur olması. Öncelikle kendisine acil şifalar dilerim. Ama eğri oturup doğru konuşalım, Nejat Uygur ne yapmıştır sanat adına 5. sınıf komedilerden ve kendisinden bile itici Süheyl ve Behzat'tan başka? Benim bilgim yok. Varsa da yaptığı iyi işer kendisinden özür dilerim, ama eminim ki Başbakanımızın kendisine olan derin sevgisinin de bu 5. sınıf komedi eserlerinden dolayı. Bana ister jakoben, ister eltist deyin. Tamam bir ülkenin başbakanı, elbette halka yakın olmalıdır, halkının ortalama kültür seviyesini, buna bağlı beğeni ve taleplerini bilmeli ve bunlardan uzak olmamalıdır, ama o ülkenin başbakanı ortalama insan olmamalıdır. Yani siz Başbakansanız bu ülkede, Nejat Uygur'u ziyaret edebilirsinmiz ama onun espri anlayışı sizi tatmin etmemeli, ya da sanattan sadece anladığınız Nejat Uygur ya da sırf dini duygular içeriyor diye Necip Fazıl şiirleri olmamalı(ha bir de şeb-i aruz törenleri). Eski milli eğitim bakanınız (hüseyin çelik) siyah takım elbise altına üzerinde ünvanı ve adının yazdığı beyaz çorapları giymeyi aklına dahi getirememeli. Nejat Uygur sever Başbakan, dönem süresince hiç bir opera sanatçısını ziyarete gitmiş midir acaba? Onu bıraktım bir kez dahi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını dinlemeye gitmiş midir? Yani yanlış anlaşılması senfoni orkestrası dinlemek bir erdem değildir, ama Başbakan olmuş birinin sanat gibi çağdaş ülkelerin en önemli hayat damarlarından biri olarak görülen daldan tek anladığının Nejat Uygur olması, ülke için vahimdir. Zamanında "bale ahlaksızlıktır" deme cürretini gösteren biri Başbakan olamamalıdır bu ülkede. 5. sınıf sanatçıları kullanarak prim toplayamamalıdır.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Her Kulüp Layık Olduğu Biçimde Yönetilir


Bu ülke spor tarihinin görüp görebileceği en saygıdeğer başkana "Ahmet Dursun, Seba Gitsin" diye bağıran başta Çarşı ve onu bağırtan dünün baba parasıyla zamparalık yapan bücürü, bugünün dincisi, Beşiktaş'ın tüpçü oyuncağı olmasına ses çıkaramaz (hoş Murat Aksu'dan iyidir ya). Beşiktaş'ı bu hale getirip, "yeter demirören" demeye bir tek sizlerin hakkı yok. Hani kongre öncesi bağırıyordunuz ya, "beşiktaş'tan menfaat bekleyen, anasından a. beklesin" diye, o zamanlar üç kuruşluk menfaatiniz için sattığınız onur ve şerefinize karşılık, Demirören'in başkan seçilmesiyle sizin tabirinizle, "ananızın a."ını görmüş oldunuz.

İpad

Sığ adam yorumu; "İyi de göt cebine girmez bu ki"
Benim yorumum; "Ceket cebine de girmez"
Genel yorum; "Bu ne la!"