29 Aralık 2011 Perşembe

Yaşam

Askerlik şubesinin etrafında görürdüm onları. Afacan gözlerle "Gomtanım botlarını boyası gelmiş, sonra gomtanın kızmasın ha" derlerdi. "Ulan" derdim "Buradaki en yüksek rütbeli benim kim kızacak bana!" "Olsun gomtanım fiyakanız bozulmasın o zaman" diye gülerlerdi. İlk başlarda boylarından ötürü 7-8 yaşında olduklarını zannetmiştim. Sonradan öğrendim ki, hepsi 12 yaşındaymış. Bir gün odama çağırdım hepsini biraz sohbetten sonra, gün içinde ne yediklerini sordum. İçlerinden biri cevap verdi
Sabah; Çay, yoğurt, pide
Öğlen; yoğurt, pide
Akşam; yoğurt, pide, peynir, köz biber
Peki okul saati neden buradasınız diye sordum,
"E gomtanım mercimek, pamuk ve soğan hasatı var. Bunların hepsi ayrı birer mevsimde gerçekleşiyor. Biz hasada gitmezsek ailemiz nasıl geçinecek" diye cevap verdiler. Eminim benim ailemin zamanında bana sağladığı imkan onlara sağlansa, bugün hepsi ODTÜ, Boğaziçi ya da özel üniversitelerin burslu bölümlerinde okuyabilirlerdi. O kadar keskin bir zekaya ve algıya sahiptiler.
O günden sonra elimden geldiğince et yemelerini sağladım. Üstleri başları dökülüyordu, yine elimden geldiğim kadarıyla bayramda kendilerine yeni kıyafetler aldım. Gariptir hayatımda belki de kendimle ilgili gurur duyduğum ender şeylerden birini yaptığım çocukların ismini hatırlamıyorum ama gülen yüzleri dün gibi aklımda.
Bugün okudum ki, jetlerimiz Şırnak'ta sınırdan mazot kaçırırken terörist zannedilen 20 köylüyü jetler bombalamış. Ölenlerin arasında 2 lise öğrencisi varmış.
Yaşamın adalet terazisini hep sorguladım. Kendimce cevaplar geliştirdim. Ama bazen insan yok artık diyor. Bazen bu dünya cehennemin ta kendisiymiş de, önceki hayatımızda işlediğimiz günahların cezasını çekmeye yollanmışız gibi. Kuş bakışı 500 km uzağında 20 yaşındaki askerler toprağa karışırken, hayatta kalmak için o karda kışta katır sırtında kaçakçılık yapmak zorunda kalan 13-14 yaşında çocuklar tonlarca bombanın alında yanıp kavrulurken, insan burada sevgilisinin elini tutarken hissetmesi gereken huzuru hissedebilir mi... yediği yemekten keyif alabilir mi? GÖrdüğü manzaradan, kullandığı arabadan, okuduğu kitaptan, tuttuğu takımın attığı golden... Ben iyiyim diye mutluysam, ben kötü adam mı oluyorum... Birey dediğin şey ne kadar da etkisiz ve silik bir varlık. Kendimize bazen çok anlam yüklüyoruz oysa hayata etkimiz okyanustaki damla kadar...

28 Aralık 2011 Çarşamba

Özel Seçilmişler


Bazı insanlar vardır, bulundukları makama nasıl geldiklerini kimse idrak edemez, hatta o makama gelenin kendisi bile…
Ben bu tip insanları “özel seçilmişler” olarak adlandırıyorum. Sadece siyaset, sanat, medya falan değil hayata dair bir çok alanda “özel seçilmişler” mevcut. Mesela Selçuk Şahin “özel seçilmiş”tir bana göre. Bırakın taraftarı ve sarı lacivertli formayla ilk 11 çıkmayı, kendisinin dahi koskoca Fenerbahçe takımı kadrosunda nasıl yer bulabildiği sorusuna mantıklı bir cevabı olduğuna inanmıyorum.
Sonra Nihat Doğan tabi… Sahibi olduğu megalomani damarlarında sonsuz raddede bulunduğundan, onun bizzat “özel seçilmiş” olduğuna kendince mantıklı çok sayıda cevabı olduğuna eminim.
Basın deseniz ROK olarak tabir edilen Rasim Ozan Kütahyalı. (Esasında medya alanında bu şekilde dallanıp budaklanmış daha pek çok isim var. İlk aklıma gelen Mehmet Baransu. Ama tabi o arkadaşın alperen kökleri mevcut. Peki ya Nagehan Alçı, Emre Aköz, Fikri Akyüz’ ne demeli) Bu adamın ne birikimi vardı ya da arkasında kimler vardı da, cazgır cazgır sesiyle her türlü konuda ekran başındakilerin kulak zarlarına hunharca tecavüz edebilme imkanına sahip oldu. Gerçekte “being john malkoviç”teki gibi imkan bulup, ROK’un beyninin içine girmek ve kendisinin kendi hakkında nasıl bir fikre sahip olduğunu bilmek isterdim.
Siyaset alanında ise son zamanların en büyük “özel seçilmiş”inin kim olduğunu konusunda tek bir isim öne çıkıyor. İdris Naim Şahin. Gafları, entelektüel bilgi birikimi ve “duruşu”yla 39 yıllık kamu kariyerinde hiç tatile çıkmamış olmakla övünen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’a rahmet okutacak düzeyde şahs-ı şahaneleri.
Ancak burada İNŞ’yi bizler açısından diğer “özel seçilmişler”den ayrıcalıklı kılan bir durum söz konusu, o da şu. Selçuk Şahin oynadığı futbolla en fazla Fenerbahçelileri sinir hastası edebilir, zira Nihat Doğan ve Rasim Ozan da konuşmalarıyla. Bunları izlememek, hayatımızdan çıkarmak televizyon kumandasının tek tuşuyla yapılabilecek kolaylıkta. Ancak İdris Naim Şahin öyle mi… Bu kişi bu ülkenin İçişleri Bakanı. Kendisi bir profesörün tutuklanmasını meşru göstermek için, kadının eniştesinin 60’lı yıllardaki eylemlerinden dem vuruyor. Türkiye’de domuz yemeyi kendi kültürünün bir parçası olarak gören hristiyanların varlığını umursamadan PKK’lıları eleştirirken domuz yemelerinden bahsediyor.En büyük nefret suçlarından olan dinsel ayrımcılığı Zerdüştlük üzerinden yapmasına değinmiyorum bile. Bir köşe yazısının, resmin, heykelin teröre dolaylı destek sağlayabileceğini iddia ediyor ve bu iddiası üzerinden 100lerce kişi hapse atılıyor.(Bu vesileyle belirtmem gerekir ki, ta askerlik zamanında g.doğu’da PKK’nın halktan vergi adı altında ve makbuz karşılığında haraç topladığını duymuştum. Yani devlet içinde ayrı bir devlet yapılanması olduğu iddialarının doğruluğuna inanıyorum. Ancak bu husus bahane gösterilerek bunca gazetecinin içeri alınmasını anlamak mümkün değil) Yani bu insan kendi düşünsel dünyası içerisinde, doğruyu-yanlışı, ahlaklıyı-ahlaksızı, suçluyu-suçsuzu belirliyor ve bunun üzerinden kolluk güçlerini harekete geçiriyor. Belirli bir dünya görüşünü benimsemiş ancak şiddetle yakından uzaktan ilgisi olmayan insanlar, gücün sahibi tarafından suçlu ilan ediliyor daha vahimi özgürlükleri elinden alınıyor.
Ben İdris Naim Şahin’i ilk olarak gördüğümde yani bakanlığının ilk zamanlarında gerek Van Depremi için kurulan çadırkent hakkındaki "sayın başkanım yani biz de bir çadırla burada bir mekan tutalım. koskocaman sarayda oturuyorsunuz hiç gel dediğiniz yok." esprisinin yanında "yangın çıkmıştır, yangının sebepleri şu anda çıkmış olan yangını geri getirecek değildir. Yanan ağaçlar orada kaybolan canları geri getirecek değil.. Sebebi bellidir. Üç beş tane sebebi vardır. Yani yangın ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar ya roketle çıkar ya benzinle çıkar. Çıkar yani netice itibariyle yanmıştır, yakılmıştır. yani sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor şu anda."
"jandarmamız hesaplı ve tedbirli davranmıştır, tedbirsiz davransa ikinci kişi de ölürdü."

“Sorun sorun diyorlar. sorun ne? Ben arıyorum sorunu bulamıyorum. Sorun yol mu? Sorun şarkı mı? Sorun kıyafet mi? Sorun ibadet mi? Sorun hastane mi?” gibi vecizeleriyle ve en son olarak da meclis görüşmelerinde İstanbul Belediyesi için soruşturma izni vermediğini bizzat kendisinin açıklamasıyla yukarıda bahsettiğim Atilla Koç gibi hükümetin tepki çekebileceğini düşündüğü icraatlarınden vatandaşın dikkatini başka yöne çekmekte kullandığı bir kişilik olarak kullandığını düşünmüştüm. Ancak yanılmış olduğumu görüyorum. Bu kişi şu anda üzerimize kabus gibi çöken korku imparatorluğunun uygulayıcısı.
Kim olursa olsun kamuoyu önünde böylesi fütursuz bir uygulayıcılığı yapabilmek ve tarihe geçmek cesaretine sahip AKP içinde dahi çok fazla isim olduğunu sanmıyorum. Bu sebepten ötürü de merak ediyorum, İdris Naim Şahin akşam evinde kendi başına kaldığında oturduğu koltuğu geçmiş yıllardaki birikimi sayesinde hak ettiğini düşünüyor mudur yoksa kendisi de diğer “özel seçilmişler” gibi o koltukta ne işi olduğunu kendine soruyor mudur?
Özel seçilmişler bir anda unutulup gidecek; nasıl bir zamanlar, kim bunlar yahu dediğimiz, Bülent Akınlar, Levent Oranlar ve adını hatırlamadığım ama o dönem dikat çekmeyi başarıp gündemde kalmış isimler bugün silindiyse, yukarıdaki şahıların da unutulup gideceğine şüphem yok. Ancak İdris Naim Şahin'in ne ismi ne de icraatları konusunda bu kadar emin değilim.(Nihatsız, Rasimsiz, Nagehansız gri hücreler... düşüncesi bile dinginlik verici)
p.s.Cumhuriyetin 80 yıllık tarihinin ilk 30 yılını, dünyanın o dönemdeki şartlarından bağımsız 2000'li yılların sözde modern ve çağdaş kafasıyla irdeleyenlerek hesap soranlardan, İdris Naim Şahin'in söz konusu dönemde bakanlık yapmış olsaydı, neler olabileceğini düşünmelerini istiyorum.

20 Aralık 2011 Salı

Portland Cünüps


Bir takım üzerine çöken kısmetsizlik bu kadar mı uzun sürer yahu! Sen git ikinci sıra draft hakkını elinde Clyde Drexler var diye Sam Bowie’den yana kullan, ardından gelen Chicago Bulls Michael Jordan’ı alsın ve çevresine kurduğu kadroyla 10 yılı aşkın süre boyunca ligi domine etsin, ardından yine draftlarda 1 numarayı kapıp, tüm zamanların en iyi pivotlarından olacak gözüyle bakılan Greg Oden’ı al, adam 4 sezonun 3ünde sakatlığından oynayamayıp, bastonla yürüyecek hale gelsin, dahası hemen ardındaki Oklohoma City Thunder 2. Sıradan Kevin Durant’i alıp, sıfırdan başladığı külup tarihinin sadece 3. Sezonunda konferans finali oynasın, bunlar da yetmezmiş gibi takımının lider oyuncusu olmaktan öte tüm ligin en saygı duyulan 2-3 oyuncusundan biri olan Brendon Roy dizindeki sakatlık yüzünden daha 27 yaşında basketbolu bıraktığını açıklasın (ben takım sahibi olsam, 2 yıl önce o adamı menisküs ameliyatından sadece 8 gün sonra parkeye salıp 40 dakika play-off maçı oynatan koçu kazığa oturturdum) Portland kulübü yetkililerine, oyuncularına ve hatta tüm şehir halkına önerim tez zamanda toplu boy abdesti almaları, Rose Garden Arena’da kurban kesmeleri (öyle koyun koçla falan olmaz bu iş, en az danaya girmeleri lazım) kurban kanını başta şu anda en önemli oyuncuları kimse özellikle onun alnına sürdükten sonra da, kurşun döktürmeleri, takıma nazar boncuklu bir logo falan da tasarlayabilirler. Bir de takımın sahibi Paul Allen’dan bir an evvel kurtulmaları, zira bilindiği üzeri kendisi Microsoft’un iki numarası, haliyle Windows’la ilgili sorun yaşayan insanların okuduğu beddualar dolaylı yoldan Bill Gates’le birlikte kendisine gitmekte. Dünyada gün boyu daha fazla beddua alan biri daha var mıdır acaba?:)
p.s. şimdi baktım Justin Bieber da bu takımın fanıymış… fazla söze ne hacet…

19 Aralık 2011 Pazartesi

Zenne


Çok sevdiğim bir arkadaşımın ateist olan babasının Çağrı filmini izledikten sonra tepkisi şu olmuştu: “İnsanın müslüman olası geliyor valla…” Bu yorumdan yola çıkarak elbette Zenne filmi için “homofobik insanı hemcinsine aşık eder” gibi sığ bir yorumda bulunmayacağım ama şu kadarını söyleyebilirim; bu film, onu izleyen homofobik insanın içindeki nefretin üzerine kovalar dolusu su döker. Queer Fest kapsamında izlediğim filmin sonunda salonda kim varsa gözlerinden yaşlar aktı, buna ben de dahildim.
Son yıllarda izlediğim en muhteşem filmlerden biri olarak rahatlıkla nitelendirebilirim Zenne’yi. Herkesin “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı konuştuğu (her ne kadar muhteşem bir film olsa da izlemediği sadece konuştuğu) dönemde Zenne kesinlikle ıskalanmamalı. İki filmin aynı zamanda vizyona girmemesi tesadüf mü değil mi bilmiyorum. Esasında umurumda da değil, çünkü büyük ihtimalle Zenne de tıpkı Bir Zamanlar Anadolu’da olduğu gibi gişede hayal kırıklığına uğrayacak.
Filme emeği geçen herkesi a’dan z’ye kutlamak gerek, tüm oyuncular müthiş, ama burada ben bir izleyici olarak en büyük payeyi başrol oyuncuları Kerem Can ve Erkan Avcı’ya veriyorum. En ufak bir abartma yapmadan söylüyorum, özellikle Zenne karakterini canlandıran Kerem Can’ı, cast ajansının Tarlabaşı'ndan amatör film çekiyoruz ayağıyla kandırıp oynattığı gerçek bir travesti sandım. Adam filmin sonunda kanlı canlı karşımıza çıktığında anladım gerçekten oyuncu olduğunu. Bu arada dipnot düşmek gerekirse, kendisi Almanya doğumlu bir Türk vatandaşı. İstanbul Türkçesi konuştuğu gibi 7 dil biliyormuş. Diğer başrol oyuncusu Erkan Avcı’nın da ondan aşağı kalır yanı yok.
Zenne filmi elbette eşcinsel kimlikle yaşamanın zorluklarından ötesine değinen bir film. Burada uzun uzadıya anlatıp, izleyecek olanların keyfini kaçırmanın alemi yok. Ama şu kadarını söyleyebilirim, lafını kimseden sakınmıyor. Bu yönüyle de ayrıca takdiri hak ediyor. Dediğim gibi bu film insanı empati yapmaya zorlayan bir film.
Eşcinsellik doğuştan mı varolan, yoksa sonradan edinilen bir yönelim mi? Bununla ilgili en ufak bir fikrim yok. Ancak şuna eminim ki, bundan bir yüzyıl sonra, bugün eşcinsellere yaşatılanlar, tıpkı ikinci dünya savaşında Yahudilere yaşatılanların lanetlendiği gibi lanetlenecek. Çevrenize bir bakın lütfen, kaç tane eşcinsel arkadaşınız var? Çoğunuzun bu soruya cevabınız “çok az ya da yok” şeklinde olacaktır, ancak bunun nedeni çevrenizde gerçekten eşcinsel olmadığından ziyade, çevrenizdeki eşcinsellerin kendilerini özgürce ifade edememelerinden kaynaklanmanması. Çünkü bir çok araştırma eşcinsel eğilim gösteren nüfusun zannedilenden çoooook daha fazla olduğunu ortaya koymakta(öyle %5-10 falan değil). Şimdi kendinizi onların yerine koyun, ya da koymayın bir an için dünyada eşcinselliğin “normal” straight olmanın “anormal”, “utanç verici” ya da “aşağlayıcı” olarak algılandığını farzedin. Toplumda ne kadar başarılı olursanız olun, sevdiğiniz kadınla-erkekle ilişkinizi gizli gizli yaşamak zorunda olmanızı, sırf toplumsal baskı nedeniyle kendi cinsinizle biriyle evlenmek zorunda kaldığınızı, eşcinselliğin bütün ritüelliğini yaşamak zorunda bırakıldığınızı… Yaşam sizin için ne büyük bir kabus haline gelirdi öyle değil mi?
Eğer bu blokun yazarının fikirlerine değer veriyorsanız,lütfen 10 liranızı ve iki saatinizi şu filme ayırın. Filmin sonunda iyi ki izlemişim diyeceksiniz.

16 Aralık 2011 Cuma

Neden Pegasus'la Uçmayacağım


Suyu parayla satmaları değil elbette. Sosyal medyada, insanların bu durumu neden bu kadar çok dillendirdiklerini de anlamak mümkün değil. Adamlarda uçuş içi hizmetin ücrete tabi olduğu önceden belli. 49 liraya İstanbul-Diyarbakır bileti aldıktan sonra, “vay efendim su istedim 3 lira istediler” tarzı sızlanmaların temel kaynağının, otobüs firmasında atarlı muavine ses çıkaramayıp tırsanların, 3 kuruşa aldıkları biletlerle kendilerini bir anda uçağın sahibi zannetmelerinden kaynaklandığını düşünmekteyim. Sonuçta her firmanın rekabet edebilmek için belirlediği hizmet sunum-fiyat dengesi var. Pegasus’un stratejisi kabaca şu, “benim biletimi erken alırsan ucuza, son anda alırsan pahalıya uçarsın, yiyecek-içecek ekstraya girer, ister al ister alma” Ayrıca Ryanair, Corendon gibi tuvaletleri bile paralı havayollarını gördükten sonra kişisel fikrim, Pegasus’un low-cost uygulamasının müşteriyi çok daha memnun ettiği yönünde olduğu.
Elbette herkesin tercihi farklı yönde olabilir, ancak benim havayolu seçerken ki tercihim, yeni filo, ucuz bilet, zamanında kalkış ve elbette güvenlik. Pegasus’un tüm bu beklentilerimi karşıladığı da bir gerçek. Peki benim mümkün olduğu sürece Pegasus’u bir daha tercih etmeyecek olma sebebim ne? Cevap veriyorum, “acil çıkış koltukları”.
Sık uçanlar bilir, uçakların ekonomi sınıfındaki koltuk aralıkları, özellikle boyu 1.80’in üzerindeki yolcular için kabus gibidir. Bu eziyetten kurtulmanın tek yolu da, ya önünde sıra olmayan 1. sıra koltuklarından ya da, acil çıkış kapılarının bulunduğu genellikle uçağın 14 ve 15. sıradaki koltuklar için check-in yaptırmaktır. Zira adı üzerinde uçakta her hangi bir acil durum söz konusu olduğunda, yolcuların bir bölümünün tahliyesi bu kapılardan gerçekleştirileceğinden, yolcuların rahatça dışarı çıkabilmeleri için bu koltukların önündeki koltuklarla mesafesi oldukça fazladır. Doğal olarak da bu o koltuğun yolcusu için ferah bir seyahati ifade eder.
Pegasus söz konusu koltukların yolcular için kıymetini bildiğinden 1. sıra ve acil çıkış koltukları için ekstra check-in fiyatı istiyor. Son baktığımda bu rakam 1. sıra için 20 TL acil çıkışlar için 35 TL’ydi. 1. sıra tamam ama acil çıkış koltuğu, alandaki yer hizmetleri personelinin gözetiminde verilmesi gereken bir koltuk. Çünkü çok yaşlı ya da aşırı kilolu birinin buraya oturması uçuş güvenliği açısından tehlikeli dolayısıyla da yasak. Hadi diyelim Pegasus böylesi durumda yolcunun parasını iade ediyor. Ancak benim bir daha Pegasus’u tercih etmeyecek olma sebebim bunun devamında gizli.
Normalde benim gibi 35 TL vermek istemeyen ve bu koltuğun değerini bilen kişiler, alandaki check-in esnasında görevliden acil çıkış koltuğu rica ederler. Ben son zamanlarda Pegasus’ta bu talebimin hep reddedildiğini gördüm. Halbuki uçağa bindiğimde o koltuklar bomboş duruyordu. En son uçuşumda benimle birlikte birkaç yolcu acil çıkış koltuklarına geçmek istedi. Ancak hostes bize izin vermedi, neden olarak da şunu gösterdi; “o koltuklar paralı olduğu için oturamazmışız” E iyi de sen zaten o koltukları satamamışsın. Kimse bilet parası üzerine o parayı vermek istememiş. Bu bedava içilen bir bardak su değil ki, üzerine oturulduğu zaman seni zarar soksun! Bunun hostesin kişisel bir tavrı olması mümkün değil. Zira hiçbir hostes zaten burnu havaya anında kalkmaya müsait uçak yolcusuyla papaz olmak istemez. Acil çıkış ve 1. sıra koltuklarına yolcu oturtulmaması tamamen yolcuya gözdağı vermek isteyen Pegasus yönetiminin işi. Verdikleri mesaj net; “Açık gözlü olma, parayı vermediğin sürece dar koltuklarda seyahate mecbursun”
Normalde bu tavır karşısında içimden “alın acil çıkış koltuğunuzu şafılapyoess” der geçerim. Ancak burada Pegasus’un iğrenç açgözlü tavrının esas tehlikesi şurada; uçakta acil bir durum olduğu takdirde, acil çıkış kapılarını kapıları açacak bir yolcunun o koltukta bulunmaması. Şimdi diyebilirsiniz ki “aman canım öylesi bir acil durumun oluşma ihtimali ne” ama o zaman “havacılıkta 0 risk” kuralını da hiçe saymış olursunuz. 3 kuruşluk kar için benim canımı tehlikeye atmaktan çekinmeyen bir müessesenin benden alabileceği tek şey var, onu da burada açıklayamam.
Son olarak Anadolujet'in fiyatları da Pegasus'a neredeyse denk. Acil çıkış konusunda sorun çıkarmadıkları gibi, çok lezzetli olmasa da çay-kahve ve sandviç-kek ikramları mevcut.

Evöyk!


Resmi özellikle seçtim. Çünkü Range Rover’ın yeni modeli Evoque’u ilk görüşte akılda oluşturduğu betimlemeyi en iyi anlatan kare bence bu. Sanki Elmayra karakterli bir velet (gerçekten de biz, adam gibi çizgi filmler izleme fırsatı bulmuş şanslı bir kuşağız. Şimdi ki çocukların izledikleri LCD patlatmış animatörlerin zihin paçavraları. 20 yıla buralar psikopat dolacak benden söylemesi) oyun hamuruyla yaptığı arabanın tepesini, avucunun içiyle “vıcccık” diye bastırmış.
Aslında Rover’ın bu son tasarımı, içinde bulunduğumuz zaman diliminde üreticinin ürün empoze etme stratejisini ve tüketicinin üründen nasıl bir tatmin beklediğini son derece net bir biçimde ortaya koyuyor.
Genel olarak üreticilerin sunduğu “jeep” konseptinin, ürün fiyatı dolayısıyla hitap ettiği kesimin günlük temel ihtiyaçlarını karşılamadan ne denli uzak olduğunu uzun uzadıya anlatmanın gereği yok. 150 bin dolarlık bir 4x4’ü 3 dönüm tarlası olan köylü Mehmet ağanın alması imkansız. Onun yerine her sabah Kanyon’daki ofisine, Bebek’teki evinden ulaşmaya çalışan işadamı Haluk bey, Beşiktaş’taki “bilmemneyum wellness center”da platese gidecek eşi Burçin hanım ya da Bahçeşehir Üniversitesinde İletişim Tasarımı okuyan kızı Merve ya da oğlu Berke üreticinin hedef olarak belirlediği kitle.
Her ne kadar Haluk bey, bir çok insanın tüm ömründe hiç kazanamayacağı bir paraya aldığı ve her yıl mütevazi bir araba parası kadar tutarında da vergisini ödeyeceği benzin canavarı aracını Bebek’ten Beşiktaş’a giden o daracık yollarda, büyükbaş güden çoban gibi bir yere vurmadan kullanmaya çalışmak gibi absürt bir eylemin içinde olsa da; konfor, güvenlik, senede bir kere kar yağsa da zorlu şartlarda yarı yolda bırakmayacağına güvenmek gibi kendi ve sevdikleri için oluşturduğu beklentiler dahilinde bir tercihte bulunuyordu.
Ancak özellikle BMW’nin X6 sınıfıyla çığır açtığı SUV yani (sports activity vehicle) konseptiyle, tüketicinin bu beklentisi üretici tarafından tamamen farklı bir yöne çevrildi.Ne pahasına olursa olsun "dikkat çekmek".
İtiraf etmek gerekirse, bu satırın yazarı da bir zamanlar hayrandı X6’ya. Ama onun ki, bir tavşanın, zebraya aşık olması gibiydi yani gerçekleşmesi imkansız. Ama ne zaman ki tavşan, Top Gear programında X6’nın değerlendirildiği bölümü izledi, zebranın o hipnoz edici çizgilerinin ardındaki eşeği gördü. Araç yakıt tüketimi, dolayısıyla karbon salınımı, büyüklük ve fiyat gibi konularda genel 4x4lerin tüm olumsuz yanlarını taşıdığı gibi, arazide ve karlı yollarda yerinden kıpırdayamayan bir zavallıydı. Buna karşın süspansyonu normal yollar için fazlasıyla sertti, yani konforsuzdu, sürüş ekipmanları son derece karmaşıktı ve en önemlisi iç mekan ferahlık olarak en fazla bir tabutla yarışabilecek düzeydeydi. Programın sunucusu X6 için “olmayan bir dünya için yaratılmış” tanımını yapmıştı. Ama ne oldu? Şu an yollar X6’yla dolu. Neden çünkü dışarıdan bakıldığında çok yakışıklı.
Yani günümüz tüketicisi için hiçbir olumsuzluk vazgeçme sebebi değil. O olumsuzluklar neticesinde yaşayacağı eziyete, bir başka deyişle parasıyla rezil olmaya razı. Bunun karşılığında tek bir beklentisi var. O da imaj. Üretici, tüketicinin doğasında var olanı en vahşi şekilde açığa vurmak için her türlü stratejiyi yaşama geçiriyor. Çünkü güzeli yaratmak, işlevseli yaratmaktan daha kolay. (Makyajsız ünlü fotoğrafları neden bu kadar popüler sanıyorsunuz)
Benim düşüncem, bu beklentinin toplumun belirli bir ekonomik sınıfına ait olmadığı. Zengin-fakir ayrımı yapmadan ve sadece tüketim tercihlerinde değil, hayatın genel alanında gelişen trend bu yönde. Güzel durduğu için terletmesine katlanılan gömlekten çıktı bu iş, ya da bütçeyi çok aşmasına rağmen lüks saat takmaktan, yemeği çok sıradan nişantaşı ya da arjantin cafelerinde yemek yemekten. Bu bence dünyanın geleceği açısından korkutucu. Bu bağlamda ne pahasına olursa olsun dikkat çekeceğinden emin müşteri profili sayesinde Range Rover Evoque’un çok satacağını, ondan yollarda çok göreceğimize eminim.

14 Aralık 2011 Çarşamba

Aile Şerefi

İnsanlar için yasak olanın devletlere reva görülmesini kabul etmiyorum. Kanun gasp yapana 20 yıl ceza verebiliyor ama gücü arkasına alan bir devletin diğerinin hakkını gasp etmesinin önünde hiçbir engel yok. Günümüz kirli dünyasında, herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı ve rezil çıkar ilişkileri içerisinde dönen oyunlardan bahsetmiyorum. Hiçbir haklı gerekçeye dayanmadan, güçsüzün üstüne çöküp onun hakkı olanın üstüne çökmekten bahsediyorum. Hem de bunu başkalarının maşası olarak yapmaktan. Jöleli yavşaklar bunu “emparyal olmak” olarak adlandırsa da, “ başkasının baltasıyla ağaç kesmek” sanki olayı daha iyi nitelendiren bir benzetme.

Elbette konuyu nereye getirmek istediğim açık. Hükümetin Suriye politikasından bahsediyorum. Ben bu ülkede 32 yıldır yaşayan ve vatanını kendinden bir parça olarak gören bir bireyim. Bu güne kadar çok sevdiğim ülkemin türlü eksiklerinden şikayet ettim, uygulanan yanlış politikalara öfkelendim. Kendi aklım erdiğince neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair çıkarımlarda bulundum. Ama hep bir şeyle gurur duydum, benim ülkem hiçbir zaman emperyalistlerin kirli oyunları üzerinden kendinden zayıf ülkeleri karıştırma misyonunu kendine görev adletmedi. Uygarız diye geçinen batılı ülkeler 3 kuruşluk çıkarları için 7 kıtada türlü katakullilerle halkları birbirlerine kırdırırken, bu ülke Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” hedefinin en azından “cihanda sulh” kısmını uygun hareket etmeye özen gösterdi(Kore savaşı hariç). Elbette, kendi kuyruğuna basıldığı vakit karşılıklılık ilkesi gereğince çeşitli reaksiyonlar gösterdi ancak tüm bunları başkaları için değil kendi için yaptı. Maalesef ta ki bugüne kadar…

Kendinizi bir Suriyeli yerine koyun, yanı başınızdaki devletle daha bir yıl öncesine kadar can ciğer kuzu sarmasısınız. Aradaki vizeler kalkmış, ticaret olabileceği en üst seviyede, halkların akrabalık ilişkisi var. Dahası devlet başkanları bir araya gelip, sınır boyunca gömülü mayınların kaldırılması konusunda anlaşmış. Ama bir anda bir de bakıyorsunuz, topraklarınız üzerinde ufak çapta bir isyan çıkıyor (Suriyeli kimle konuştuysam, isyanın sadece bir şehirde çıktığını ancak başta El-Cezire olmak üzere yabancı basının olayları tüm ülkeye yayılmış gibi naklettiğini aktardı) ve dost sandığınız ülke anında size karşı tavır alıyor. Sığınmacı kampları adı altında, rejim karşıtı militan eğitmeye başlıyor. Can güvenliğinizden endişe etmeye başlıyorsunuz. Şimdi sıradan bir Suriyeli olarak ne hissedersiniz? Elbette diyebilirsiniz ki, “onlar yıllarca PKK’yı besledi, şimdi de biraz görsünler terörü desteklemek neymiş.” O zaman niye bu reaksiyon zamanında gösterilmedi? İntikam yemeğini soğuk yemenin bize faydası ne?

Bunu bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak soruyorum. Kırk yıllık Beşar Esad’ı “Essed” yapan sözde Allah-din-iman üçgeninde propaganda yapanlar bu sorunun muhatabı. Haydi dış tehdidi falan bir kenara bıraktım. Sizin seviyenize indim, “emparyalist” düşündüm, bugün Suriye’deki rejim devrilse ve yerine yeni bir rejim gelse, bundan ülkenin çıkarı ne olacak? Petrol yok, su kaynakları bizde, ticari üstünlük bizde. Neyin peşindesiniz? Ha pardon nefret ettiğiniz Aleviler gidecek, kardeşleriniz Sünniler gelecek. Komşularla sıfır sorun ütopyasıyla yola çıkıp, sırf İran’ın çevresini iyice kuşatmak ve müttefiki olan rejimi yok etmek adına batının dümen suyuna kapılmamızı, ülkemin onuruna yakıştıramıyorum. Bu ülke zamanında çok zor günlerden geçti, sendeledi, düştü ancak tekrar kalktı. Belki hiçbir zaman çok zengin bir ülke olmadı ama kimsenin de hakkını yemedi. Ben vatandaş olarak beni yönetenlerden onurlu bir dış politika talep ediyorum. Çünkü bu benim bugüne kadar başkalarına karşı başımı dik tutabilme sebebimdi.

13 Aralık 2011 Salı

Tekrar merhaba:)


9 ya da 10 yaşındaydım... ODTÜ yaz okulu etkinlikleri kapsamında ailemle Eymir Gölündeydik. Gün boyu çeşitli yarışmalar yapılmıştı. Basketbol maçları, çuvalla koşu, bir paket bisküvi yedikten sonra ıslık çalma... O zamanlar iyi basket oynayamazdım(topu karpuz sallayanlardandım, sonraları sharp shooter olduk o ayrı, tamam tamam abarttım:), hızlı da koşamazdım(hala öyle), ıslık da çalamazdım (en imrendiğim şeylerden biri, insanların parmaklarıyla fiyuuut diye ıslık çalabilmeleri) Gün boyu bir köşeden o yarışmaları izlerken, sıradan bir anons duydum "Yoğurt yeme yarışması için kayıtlar başlamıştır".
O an aklımdan tek geçen düşünce "ben bu yarışmayı kazanırım"dı. Daha önce hiç böylesi bir yarışmaya katılmış mıydım? Hayır. Hızlı yemek yer miydim? Yine hayır. Ama işte o nedenini bilemediğim temelsiz özgüvenle yarışmaya kayıt yaptırdım. Bir müddet sonra, benimle beraber diğer yarışmacıları, üzerinde 20 den fazla yoğurt dolu çanağın olduğu masaya çağırdılar. Ellerimizi ve gözlerimizi bağlarlarken, diğer yarışmacılara şöyle bir baktım. Aradalarında koca koca adamlar olmasına rağmen, biliyordum yarışmayı kazanacağımı. Müsabaka "hakemi" herkesin ellerinin ve gözlerinin bağlı olduğundan emin olduktan sonra bir süre bekledi ve başla dedi.
Sesi duymamla birlikte kafamı tasa daldırdım ve ne var ne yoksa yedim. Bittiğine emin olduğumda "BİTTİ" diye bağırdım. Hakem oyunu durdurup yanıma geldi, tabağımı kontrol etti. bir gram dahi yoğurt kalmamıştı. Her tarafımdan yoğurt akan üstüme başıma dokunmadan elimi havaya kaldırdı ve "İŞTE KAZANAN" diye bağırdı. Hayatta kimsenin yardımı olmadan ilk başardığım şeydi o yarışma.

Biraz epik öğelerle süslediğim bu sıradan anımı niye mi anlattım? Şundan, o günden sonra hayatta başarabileceğime inandığım herşeyi başardım. Ne yazık ki bunlar sayı bakımından kısıtlı şeylerdi. Yani hayatta her el attığı şeyi başarabilen tiplerden olmadım. Dahası insanı hayatta diğer insanların gözünde "başarılı" kılan okul hayatı, spor, iş yaşamı gibi konuların arasında da "başarırım" dediğim şeyler pek yoktu. Peki ne oldu? İçeriğinin bana zerre fayda sağlamadığını düşündüğüm derslerin okutulduğu lisede hep vasat oldum. Belki bu benim bahanemdi, çünkü içeriği bana faydalı olacak olan üniversitede de pek parlak değildim. Sonra haksızı haklı gösterme hokkabazlığa dayalı mesleğimi de sevemedim. Ondan gelecek başarı beni madden tatmin ediyordu belki ama manevi olarak asla.

Yukarıda kapak resmini gördüğünüz kitabı yazmak nasıl aklıma geldi, o ilk satırları nasıl yazdım inanın hatırlamıyorum. Ama ben bu kitabı yazmayı başaracağımı "biliyordum". Bakın "iyi yazacağımı" biliyordum demiyorum. O konuda takdir okuyucuların. Ama bence güzel de oldu. Zira hiç bir insan evladına çirkin demez. 3 yılımı aldı "başarmak". Sürenin uzunluğuna bakıp sakın yazarken çok ıstırap falan çektiğimi düşünmeyin. Evet zorluydu ama kendi yarattığım dünyanın içine dalıp gitmek kadar güzeli yoktu.

Bu bloga ara vereli neredeyse bir buçuk yıl oldu. Çünkü kendime tamamen romanımı bitirmeye odaklayacağımın sözünü vermiştim. O sözü tuttum. Romanım basıldı, elbette ilk basım olması ve yayınevinin bence yeterli özeni göstermemesi nedeniyle başta imla hataları olmak üzere çeşitli noksanlıklar içermekte. 24 kasımdan beri basılı halde ama saolsun yayınevi hala satışa sunamadı bir türlü. Ama inanın bunların hiç biri umurumda değil. Artık ben bu dünyadan gittikten sonra dahi kemiklerim dışında kendimden kalacak "kalıcı" bir şey bırakabilmenin sevinci içindeyim. Bunları sizlerle de paylaşmak istedim. Umarım eğer vakit bulur da Güneş Tutulmasını okuyabilirseniz, siz de keyif alabilirsiniz.

Salamy aranıza geri döndü:)