31 Mayıs 2009 Pazar

Nostalji...

Barkley'in zekasından bahsetmişken... Bu da onun zamanından. Hangimiz anne babamıza yalvarmamıştı bir çift reebok pump için:) Amerikadan 64 dolara almıştı bizimkiler bana, buradakinin yarı fiyatına... Bir seferinde dilindeki basketbol topuna 500 yüz defa bastığımı hatırlarım, öyle ya ne kadar şişirirsem o kadar iyi zıplayabilecektim, belki de potaya smaç bile basabilecektim leylek bacaklarımla. Smaç basmamı sağlamadı pumplar, ama sol ayak bileğimi burkup kırmamda baya destek oldu:) Evet konumuz zekaydı. Şişen ayakkabının bizi uçuracağını zannetmemizi sağlayan zekamız... Elbette bir süre sonra demode oldu pumplar, çünkü artık Nike Air vardı, tabanı tümüyle "hava". "Tecrübe insanın yaptığı hatalardan çıkardığı derstir" derler ya, Nike Air'larımla smaç yapayım derken sağ bileğim kırılmadan önce biri bana bu sözü hatırlatmalıydı.
p.s. pump ve air'ın tüm "desteğine" rağmen basket "hayatım" boyunca çembere dahi değemedim...

Zeka her şeyden önce gelir


Kendisi NBA'in gelmiş geçmiş en iyi ve en sempatik oyuncularından biriydi. Kariyerindeki tek eksik şampiyonluk yüzüğüydü. Belki John Paxon'un bitime 2 saniye kala attığı 3'lük olmasa o da bugün parmağına takılı olacaktı kim bilir...
Tüm NBA yorumcuları, Cleveland-Orlando serisini Clevaland'ın rahat geçeceğini söylerken, bir tek o Orlando'nun kazanacağını söylüyordu. Bunu yaparken de Hıncal Uluç tarzı aykırı olup ön plana çıkma arzusunun aksine bu iddiasını ortaya oyuncu ve takımlar bazında somut veriler koyarak destekliyordu.
Charles Barkley, zekanın insan başarısında bir numaralı faktör olduğunu bugün yine kanıtladı. Esasında tüm yaşamı boyunca böyleydi ama belki de basketbol severler bunun farkına geç vardı. Öyle ya yoksa 1.98 lik bir adam NBA'in 2.15 lik azmanlarıyla mücadele edip nasıl olup da tüm zamanların en iyi reboundcularından biri olabilirdi ki? Sadece fiziksel güçle mi...

29 Mayıs 2009 Cuma

Seni Zaten Hiç Sevmedim Sütoğlan!

8-0, taraftarlığı misafir takım seyircisine saldırmak olarak bir güruh, ligdeki yeri ne zaman garantide olsa alınan "enterasan sonuçlar"... Bir Ankara'lı olarak Ankaragücü'nü hiçbir zaman sevmeme sebeplerimin sadece bir kaçı bunlar, hele ki bir de tüm bunların aksi Gençlerbirliği gibi bir yüz akı kenti temsil ederken. Şimdi ise tüm bunların silip, antipatimi nefrete dönüştürmeye yetecek adım atıldı. İ.melih gökçek Ankaragücünü ele geçirmek üzere... Elbette vaatler belli "100. yılında şampiyon Ankaragücü".

Hayalin sınırı yok:) Yalnız gecekonduya bir şeyi hatırlatmak gerekir. İ.melih gökçek Ankaraspor'la Süper lige çıktığında da benzer vaatlerde bulunmuştu. "Samet Aybaba'yla 4 yılın sonunda şampiyonluk" "Ankarasporun sportif başarısıyla reklamı yapılacak kente yılda 5 milyon turist"(Afedersin de harikalar diyarını mı görmeye gelecek Avrupalı). Sonuç ortada... (Belki de İ.melih başkan bu vaatlerini şerrrrrefiyle teminat altına almadığı için gerçekleşmedi).

Özün sözü bu birleşme gerçekleşirse inşallah 100. yılında küme düşersin Ankaragücü. 100 yıllık kulüptün, İ.melih'in patlattığı sıradan bir balon oldun. Ama hakettin!

Son olarak bu ülkede futbol federasyonu eğer gerçekten federasyonsa, bu sezon ligin ikinci yarısında Ankaragücünün düşme hattındayken oynadığı Ankaraspor maçında İddaa nın neden A.gücü'ne 1.10 galibiyet oranı verdiğini araştırır.

Ne Mutlu Türk'üm Diyene'nin Denilememesi... Açıklama

Dünkü yazıma yorum yapan Creature in Spaceship'in yazıma yaptığı yorum üzerine, bu konuyu tekrar yazma gereği hissettim.

Öncelikle bu tip hadiselerle ilgili bir yorumda bulunurken beni en korkutan şey, lümpen milliyetçilerle aynı frekanstan konuşmak. Ben de her aklı başında insan gibi 12 eylül rejiminin ülkemize en büyük armağanı olan altı boş milliyetçilikten şikayetçiyim. Daha henüz ilkokuldayken türkçe kitaplarında "bayrak şiirinde", "sana selam vermeden uçan kuşun yuvasını bozacağım" dizelerini küçücük beyinlere kazıyan bir rejimden söz ediyoruz.

Ama bence gözden kaçırdığımız bir nokta var ki, o da her ne kadar kulağa kaba gelse de bir toplumsal çimento için bir miktar şovenizme ihtiyaç olduğu. Bunu söylerken de referansımı devletler hukukundan alıyorum. Bir devletin var olabilmesi için gereken üç unsur, 1.toprak 2. ortak dil 3. millet olma bilinciyle birarada bulunan bir insan topluluğu. Ve yine tarih gösteriyor ki, burada belirtilen 3. hususun sağlanabilmesi için değişik etnik grupların bir potada eritilmesi gerekiyor. Zaten sorun da bu eritme sürecinde yaşanıyor çünkü bu durum ister istemez baskın olmayanların haklarının gaspı şeklinde sonuçlanıyor. Tarihte yaşanan bir çok soykırım ve diğer kanlı savaşların altında yatan neden de bu.

Öte yandan bu sağlanmadığı takdirde de çözülme kaçınılmaz oluyor, Yugoslavya, Çekoslovakya, günümüzde Irak buna en iyi örnek.

Ben bu realist söylemim altında "Ne mutlu Türküm Diyene"nin bir motto olarak kullanılmasını emsallerine göre son derece masum buluyorum(devlet bunu kullansa da). "Ne mutlu Türkiyeliyim diyene"nin ise kulağa daha hoş geldiğini kabul etsem de yukarıda ki nedenlerle günümüz gerçeklerine göre fazla iyimser bir fantazi olduğunu düşünüyorum, hele ki en gelişmiş demokrasilerde dahi bu varolmazken(hoş ben demokrasi, hukuk ve insan haklarını savunan ama bunların günümüz koşullarında sadece birer aldatmaca olarak dayatıldığına ve güçlü olanın isteklerine göre şekillenen kavramlar olduğu inancındayım). Yani baktığımızda bugün onca değişik grubun yaşadığı Avrupa'da Almanyalılık, Fransalılık(basklar korsikalılar) hatta Belçikalılık(adamlar valon-frankofon diye ayrılacak neredeyse) kavramları yokken (Amerikalılık dahi yok!), Türkiyeliliğin varolması imkansız.

Sonuç olarak benim hayal ettiğim ülkede milliyetçilik, insanların görüşleri yüzünden öldürülmediği, yarattıkları roman kahramanlarının söyledikleri yüzünden yargılanmadığı, adında "fener" geçiyor diye fenerbahçe'nin fener rum patrikahanesi takımı olduğunun sayılmadığı, öyle olsaydı dahi bunun bir sorun teşkil etmeyeceği, içinde şiddet barındırmayan her türlü görüşün özgürce ifade edildiği, ama bunun yanında da milli bir bilinç ve tutum sergilenerek bu ülkenin yani bizim haklarımızın birilerine peşkeş çekilmeyip sonuna kadar savunulduğu ve çıkar çatışması içerisinde bulunulan devletlerin içişlerine baskılarına boyun eğmeyen bir milliyetçilik. Ve bunun içinde azıcık şovenizmin yararlı olduğunu düşünüyorum... Ama asla azıcıktan fazla değil:)

"Ne Mutlu Türk'üm Diyene"

Buuuu Badim İçin!...

Black goes with evvvvvery thing be badi... hem okurken de gözleri yormuyor. Yvonne taze bitti ama Kelly Carlson'a da pek itiraz etmezsin sanırım:)

28 Mayıs 2009 Perşembe

Ne Mutlu Türk'üm Diyene'nin Denilememesi...

Böylesine rezil bir dünyada hukuk, insan hakları, demokrasi gibi değerlerin ne kadar sanal olarak var olduğunu, güçlü olanların bu kavramları istediği gibi şekillendirdiğini defalarca söyledim. Sözde aydınlanmanın ve yukarıda saydığım kavramların doğduğu yer olduğu Avrupa'nın oluşturduğu birliğin de istediğinde nasıl iki yüzlü ve çifte standartlı bir yaklaşım sergilediği son bir iki haftadır iyice ayyuka çıktı.

Esas "Ne Mutlu Türk'üm Diyene" mevzuundan önce bir var üstünde durmak istediğim. O da Merker ve Sarkozy'nin Türkiye ile ilgili açıklamaları. Her ikisi de Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesine karşı olduklarına yönelik açıklamalarını tekrarladılar geçen hafta. Halbuki her iki lider de ortada bir katılım anlaşması olduğundan haberdar. Bu ne demek, Türkiye birliğin kriterlerini yerine getirdiğinde otomatik olarak üyeliğe hak kazanacak demek (elbette referandum saçmalığını bir kenara koyarsak). Kaldı ki bu görüşü bizzat AB zamanında Türkiye'nin G. Kıbrıs'ın AB üyeliğiyle ilgili itirazlarında dillendirmişti. ( Roma anlaşması uyarınca G. Kıbrıs Türkiye'nin üyesi olmadığ bir oluşuma üye olamaz,bkn. AB'nin hukuka saygısı) Yani durum böyleyken AB üyesi hiçbir devlet bu saatten sonra Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin itiraz ileri süremez, ancak belirlenen kriterlerin henüz yerine getirilmediğinden, ki bu kriterler somuttur, henüz üyeliğe hak kazanamayacağını öne sürebilir. Ama hem Merker, hem de Sarkozy bunu bile bile, Türkiye'nin hiç bir biçimde AB'ye girmemesi gerektiğini ileri sürerek, kendilerinden önceki hükümetlerin imzası bulunan anlaşmaları görmezden gelenrek hukuka aykırı tutum sürdürmekte ve kimse bunun hesabını sormamakta.

"Ne Mutlu Türk'üm Diyene" meselesine gelince, esasında bu bir iç tartışma olarak başladı ama yıllardır da AB'nin bu konuda yaptığı açıklamalar bilindik. Bu konuda AB kendi tarihini bizimkiyle karıştırmak gibi bir hataya düşüyor. Bizim tarihimizin hiç bir döneminde Avrupa ve Amerika'da olduğu şekilde bir ırkçılık ve kölelik düzeni yaşanmamıştır. Dolayısıyla bu kavramlar bizim genetik kodlarımızda olmadığından, bugün tartışılan hususların doğuşunda ırkçılığın aranması yanlıştır. Bir çok ülkede ırkçılık olarak nitelendirilecek olaylar biz de hayatın genel akışı çerçevesinde doğal karşılanır, çünkü nitelendirmenin özünde kötü niyet aşağılama yoktur. Biz de bir zenciye "arap" demek, bir basketçiyse mesela atletik bir hareket gerçekleştirdiğinde "ulan maymuna bak" demek ırkçılık değildir("maymun" beyazlar için de kullanılır çünkü) ama yurt dışında zenciye "sizler iyi atletsiniz" demek dahi ırkçılık sayılır.

Bizim Türk'lükten kastettiğimiz bizzat Avrupalılar tarafından bize atfedilmiş bir olgudur. 11. yüzyılda Anadoluda bir çok farklı kavimin ortak dili Türkçe olduğundan Avrupalılar bizi "Türk" olarak nitelendirmiştir. Bugüne gelirsek bu ülkede bir kelimenin ırkçılık olarak algılanabilmesi için baskın bir ırkın olması ya da bir etnik grubun aşağılanması gerekir. Peki bugün ülkede herhangi bir baskın ırktan söz edilebilir mi? Tamam kendimize Türk diyoruz ama kaçımızın kökeni orta asya'ya dayanmakta?

Bu lafın mevzubahis yapılmasının nedeni açık. Cumhurbaşkanının bir anda vahiy inmiş gibi "Kürt sorununda tarihi fırsat var" açıklamasının ardında bir biri ardına açılan tartışma konularından biri "Ne mutlu olmak".

"Ne Mutlu Türk'üm Diyene" lafının anlamı, kendini bu vatanın evladı saymanın güzel bir duygu olduğunu belirten bir lafın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Yani bu lafın tersi "Tüh ulan Kürdüm", "Lanet olsun Arabım" ya da "Hass...tir Ermeniyim, ne kötü!" değildir. Bunun kanıtı da onca farklı etnik grubun yaşadığı bu ülkede bu lafın çerkezinden,lazına, süryanisinden, abazasına olduğu kadar ülkenin farklı bir çok siyasi görüşünden insanca benimsenmesidir.

Ama bir şeyler kaşınacak ve karıştırılacak ya bir yerden bir fitil yakmak şart. Hepimizin bir etnik kökeni olduğu ve buna sahip çıkmamız gerektiği bilinç altımıza işlenmek istenmekte. Meseleyi esasında en güzel Cindoruk açıklamakta "bu kürt değil, kürdistan açılımıdır"

Mayınlı Arazi

Sınır boyu üzerindeki mayınlı arazilerin temizlenmesi konusu daha büyük gürültüler koparak gibi duruyor. Ancak her zaman olduğu gibi tartışmamın zemini öyle bir noktaya kayıyor ki, esas önemli olan noktalar gözden kaçıyor.

Esasında haksızlık yapmayalım, muhalefetin üzerinde durduğu bir konu var ki, bu gerçekten önemli, o da araziyi temizleyen şirkete, yapılan iş karşılığı 49 yıllığına kiralanması. G 20 içerisinde bulunan bir ülkenin bu işin üstesinden gelemeyip bu tip acizlik göstermesi kabul edilemez. Elbette yapılacak iş bir defalık olduğundan, bunun türk ordusu tarafından gerçekleştirilmesi mantıklı olmaz, çünkü işin gereği olarak alıncak malzeme bir seferlik kullanınmdan sonra atıl hale gelecektir. Bu yüzden en mantıklı yol parası neyse verip işi özel şirketlere yaptırmak. Hükümet bu yola, maliyet sebepleri nedeniyle karşı. Buna karşılık Deniz Baykal'ın haklı olarak söylediği gibi 60 milyon dolara uçak alabilen bir hükümetin bu kadar önemli bir konuda 200 milyon doları çok görmesi kabul edilecek bir durum değil.

Ama esas zurnanın zırt dediği yer bundan sonrası, yani mayınlı arazinin temizlendikten sonra ne şekilde değerlendirileceği. Öyle fikirler ortaya atılıyor ve bunlar öyle kesimlerce desteklenmekte ki sinirlenmemek mümkün değil.

Ortaya atılan birinci yol, bu arazilerin civar köylerdeki köylülere verilmesi. Bunun en büyük destekçisi de CHP! Yani gerçekten mümkün değil bu ülkenin ana muhalefetinin böylesi her bakımdan elde kalan bir popülizme prim vermesini anlamak. Bir kere o araziler 1956 da mayınlanmadan önce kamulaştırılmış ve bedeli sahiplerine ödenmiş. Şimdi hangi kanuna dayanarak halka ait olmuş bu arazileri tekrar eski sahiplerine verebiliyorsun. Diyelim böyle bir düzenlemeye gittin, o zaman bu ülkede zamanında gayri menkulü kamulaştırılmış herkese bunu geri talep hakkı doğmaz mı?

İkincisi CHP hala Ecevit'in her köylüyü toprak sahibi yapma fantazisinin günümüz koşullarıyla gerçekleşmesinin mümkün olmadığını göremiyor mu? Aklı başında her insanın bileceği gibi, 1 dönüm tarlanız varken, traktör almaya kalksanız, o tarladan elde edeceğiniz ürün masraflarınızı karşılamaz, bu yüzden ilkel yolla yani insan gücüne dayalı tarım yapmak durumunda kalırsınız. Bu da hem verim kaybına neden olur, hem de insan gücüne duyulan ihtiyaçtan tarla sahibi tarafından bir sürü çocuk yapılmasıyla nüfus artışına. Halbuki 10 bin dönüm tarlası olan insan, üretimini modern yollarla gerçekleştirebilir, verim artar, toprak sahibi olmayan köylü de sanayi alanına yönelir. Bu sayede işçi olur, başta ezilir, aklı başına gelir, tarla olmadığı için çalıştırcak 10 çocuk yapmak yerine yetiştirilecek en fazla 2 bilemedin 3 çocuk yapar(bu bile büyük bir gelişmedir) şehirleşir ve en sonunda hakkını savunacak bir sol parti arayışına girer ama CHP'li yöneticiler bunun bir türlü kavrayamaz. Günümüz dünyasında gelişmiş ülkelerde tarımla uğraşan nüfus %3 ila 5 arasındayken bizim bunun aksi yönde politikalara prim tanımamız akıl dışı.

Bu yüzden en mantıklı olan çözüm Demokrat Partinin sunduğu gibi gözükmekte. O da arazinin yerli bir yatırım ortaklığına verilip buraların organik tarıma açılması. Bu sayede oradan çıkacak ürünleri işlemek için fabrikalar kurulması ve çevre köylülerin bu sektöre yöneltilmesi.

Aklın yolu birken, bu kadar saçma tartışmaların yapılmasını anlamak mümkün değil. Tabi sonuçta iş hükümette bitiyor. Bakalım ülkenin çıkarına bir yol mu izlenecek yoksa araziler "one minute" saçmalığının diyeti olarak peşkeş mi çekilecek? ( Burası Türkiye, elbette mantılı ve ulusal çıkarlara uygun olan yapılmayacaktır)

Askerlik

Her olayın ardında bir bit yeniği arayan ya da bunu komplo teorileriyle açıklayan felaket tellallarından oldum olası hazzetmem. Ancak kısa dönem askerliğin kaldırılması konusu kafalamda türlü soru işaretleri yaratmakta.

Bilindiği üzere bu durum, genelkurmay başkanı tarafından, medyanın önde gelen isimleriyle ergenekon olayını değerlendiği toplantıda ortaya atıldı. Gerekçe olarak da okumuş insanla okumamış insanın farklı muamele görmemesi olarak gösterildi.

Maalesef bu açıklama bana pek inandırıcı gelmedi, zira ordu yönetiminde alınan kararlar aynen büyük devletlerde olduğu gibi süregelen politika çerçevesinde alınmakta. Her ne kadar genelkurmay başkanı bir numaralı isim olsa da, kendisi bu tip konularda anlık ve tek başına karar vermesi teamüllere uygun gözükmemekte.

Senelerdir süren uygulama üniversite mezunlarının, askerliği diğerlerine göre daha kısa yapması yönündeydi. Bunun nedenleri belliydi, en başlıca sebep beyin gücünü iş hayatından uzaklaştırarak ekonomiye balta vurmamak. Bu elbette eşitlik bakımından tartışılabilecek olay, ama demin de dediğim gibi ordu da bu işi planlayanlar bunun böyle olmasını daha uygun görüyorlardı, ki unutmayalım bugün ki genelkurmay başkanının bu göreve gelmesini sağlayan atama süreci de kendisinden önce yönetimde bulunanlar tarafından gerçekleşmişti.

Asteğmen adayı olarak 3 aylık eğitimimiz sırasında derslerde bize rütbelilerce söylenen, ordunun profesyonel yapıya geçirilmek istendiği, er sayısısının iki yüzbine düşürülerek modern silahlara sahip bir kurum yaratılmak istendiğiydi.

Henüz 2-3 yıl öncesine kadar bu tip bir hedef belirlemiş yapının, bir anda 180 derecelik bir dönüş yapması, ister istemez akıllara uluslararası alanda Türkiye'yi yakından ilgilendiren bir hareketliliğin başlayacağı kuşkularını uyandırıyor. Zira mevcut düzende elde ihtiyaç fazlası er varken, süre arttırılarak bu fazlalığın iyice artmasının mantıklı bir açıklamasını yapmak bana güç geliyor.

19 Mayıs 2009 Salı

Dincilerin İkna Odası Yaygarası Ve İkiyüzlülüğü

Türkan Saylan'ın vefatıyla, dinci basının ısıtıp ısıtıp ortaya çıkardığı "ikna odaları" tartışmaları yeniden alevlendi. Hüseyin Üzmezgillerin hepsi "namuslu kızlarımızı ikna odalarında soydular, soyamadıklarını kovdular" diyerek feryad ediyor.

İnanç ve ifade özgürlüğü bir toplum için olmazsa olmazlardandır. Her ne kadar dinciler bunu savunurmuş gibi gözükse de iş kendi inançlarına ters ifadelere gelince hemen gazete sayfalarında ifadeyi dillendirenlerin resimlerinin üzerine çarpı çekerler. Kılık kıyafet konusu ise apayrı.

En başta kavramların adını doğru koymak gerekir. Bugün genel gördüğümüz kadınların örtünme şekli başörtüsü ya da türban değildir. Zaten türban arap dünyasında her rengin farklı bir olguyu simgelediği erkek örtüsüdür. Bizdeki bağlayışın adı sıkmabaşdır, yanlış anlaşılmasın, bu bir hakaret değildir bağlayış tarzının adıdır. Bu örtünme şeklinin artık inançtan ziyade bir tarafın insanı olma simgesi haline dönüştüğü bazıları itiraz etse de su götürmez bir gerçek. Kişisel olarak bu taraf olma meselesinde iş şiddete varmadığı sürece bir sakınca olmayacağı kanaatindeyim, ama bu olay artık bir adım daha ileri giderek ülkemizde rejime baş kaldırışın bir sembolü ve daha önemlisi kendileri gibi düşünmeyenlerin üzerinde bir baskı unsuru oluşturur hale gelmiştir.

Üniversitede kılık kıyafet serbestisi tartışılır. Elbette iki tarafında kendine göre haklı olduğu taraflar vardır, ama ortada bir gerçek daha vardır. Her ne kadar sıkmabaşlar, bu bizim kişisel tercihimiz deseler de, hepsi bir şekilde aile veya çevre baskısı ya da telkinleriyle örtü altına girmekte. Bunu aksi mümkün değildir, özellikle sosyo-ekonomik olarak geri kalmış yerlerde başı açık kadınla kapalı kadına bakış çok farklı. Biliyorum çok agresif bir iddia olacak ama, özellikle bu kesimlerde örtünen herhangi bir kadın, bu hareketiyle, geride kalan örtünmeyenler üzerine yük bindirmekte.

Buna karşılık ortada üniversitedeki Atatürkçü yönetim kadrosu gerçeği de var. Haklı ya da haksız, bu kadro kendilerini devrim bekçileri olarak görmekte ve yasalardan aldıkları kuvvetli yetkiler var. İsteseler sorgusuz sualsiz kızları kapı dışarı edebilecekken, bu kızları ikna odalarında girdikleri yoldan vazgeçirmeye çalışmaları faşizanlık olarak nitelendirilemez. Tam aksine bu odalar bir nevi eşitlik yaratmakta. Yıllardır aile ve çevre propagandası altında şekillenmiş bireye karşı propaganda yapılması olanağı sağlamakta. İşte dinciler bu noktada ikiyüzlülüklerini sergilemekteler. Bu odaları öyle bir tanıtıyorlar ki sanki 12 eylül sonrası işkence odaları havası vermeye çalışıyorlar. Halbuki burada yapılan demin de dediğim gibi sadece propaganda, her hangi bir fiziki baskı söz konusu değil. Ha eğer okulla ilişik kesme bir manevi tehtid olarak adlandırılıyorsa, bu da yalan, zira kanunen bir kız öğrencinin okula başı kapalı girmesi yasak. Yani yöneticilerin bu konuda yapabileceği bir şey yok. Aksine bu odalarla bu kızlar kazanılmak istenmekte. Hem bir insan ikna olarak ve onların dediği gibi özgür iradesiyle örtünüyorsa, neden ikna olarak bu örtüyü çıkaramasın.

Dediğim gibi ikna odaları değil örtülleri okuldan çıkaran, yasalar ve yasama organı mecliste kimin açık ara sayısal üstünlüğünün bulunduğu açık. Burada benim merak ettiğim bir şey daha var; eğitim hakkının kutsal olduğunu savunan dinciler, iş kadının çalışma hakkına gelince neden ses çıkarmamaktadırlar? Çevrenize bir bakın, mavi yakalılar haricinde, tarikat holdingleri de dahil olmak üzere kaç tane sıkmabaşlı kadının herhangi bir pozisyonda çalıştığını gördünüz? Hepsi evlerinde kocalarının hizmetindelerdir, ama sorsanız gururla genetik mühendisliğinden mezun olduklarını anlatırlar.

Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Ülkemizde üniversitede okuma olgusunun temelinde yatan sebep bireyin kendini geliştirmesi değil, ekmek parası kazanacak iş bulması ve tabi erkekler için kısa dönem askerliktir. Zaten düzey olarak yüksek lise olarak adlandırılabilecek üniversitelerimizden(ODTÜ, Boğaziçi,İTÜ vs. hariç) aksini beklemek olanaksızdır. Kimse kusura bakmasın hal böyleyken evinin kadını olmayı hedefleyen ve başını açmakta direnen bir sıkmabaşlının elinden eğitim hakkının alınması günümüz gerçeklerinde çok da büyük bir zulüm değildir. Eğer örtüsünden taviz vermiyorsa açık öğretimde dilediği bölümde okuyup mezun olabilir, buna engel bir durum söz konusu değildir.

Sarıgül


İstediği kadar yüksek oylar alsın, iyi belediyecilik yapsın. Ben bu adamı sevmiyorum. Nerede medyatik bir olay varsa bu adam en önde... Yüzündeki o samimiyetsiz ifadeyle "Ben buradayım" demek için.


İşin acı tarafı da Tayyip'e karşı solun lider adayı olarak bir çok kişinin kendisini göstermesi.


Türkan Saylan vefat ediyor, hastane morgunda bir bakıyoruz Mustafa Sarıgül tabutun başından tutmuş ambulansa koyuyor. O da yetmiyor ambulansa biniyor. Yok mu kardeşim bu kadının çocukları akrabaları? Sana mı düştü tabutun başında durmak! Eminim Saylan'ın akrabaları içinde de böyle düşünenler vardır ama acılı günlerinde rezalet çıkmasın diye seslerini çıkarmamışlardır. Aynı senaryo Lütfi Kırdar'da ve Teşvikiye Camiindeki törende de devam ediyor. Ama burada birileri olan bitene itiraz edecek olunca basıyor tekmeyi vatandaşa Mustafa.


Ben buradan kendisine soruyorum; Kardeşim senin sıfatın nedir de kendinde bu hakkı görüyorsun? Sen alt tarafı bir ilçe belediye başkanısın. Biliyoruz vermek istediğin mesajı "Ben solun gerçek lideriyim, en büyük Atatürkçü, en aydın, en demokrat benim" demeye çalışıyorsun, ama biz yemiyoruz. Çünkü senin neler yaptığını biliyoruz. Çağdaş Yaşam gibi bu ülkenin gençlerine en büyük değeri veren derneğin kurucusunun cenazesinde tabutun başında duruyorsun ama CHP kongresinde sana elden sağ duyulu olma çağrısı içeren mektubu sunmak isteyen CHP gençlik kollarından gelenlerin üzerine tosuncuklarını salmayı da biliyorsun. Nişantaşı gibi sokak kültürünün yerleştiği daracık sokakları olan bir semte o saçmasapan otoparkının saati 20 lira olan(krizden sonra bedava olmuş sanırım) City's i diktiriyorsun. Ya o en önde durduğun Lütfü Kırdar'da dünyanın bir numaralı şefi konser verirken, üst katta bekarlığa veda partisi yapan oğlunla İbrahim Tatlıses CDsinin sesini sonuna kadar açıp altta konserin kesilmesine neden olan sen değil misin? Evet sen çok ilericisin Sarıgül, nerede kamera sen orada en "ileri"desin.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Aklın yolu

20 top çalma... Allah rızası için şu adamı sezon sonu takımda tutun. Yıllardır çözülemeyen göbekteki sorunu Ernst'le mükemmel uyumuyla çözdü Cisse(Darısı sol kanadın başına). Tabi bir maçta üç bacak arası yapamadığından sirkçi basının gözüne bir türlü giremedi, ama bu takımın olmazsa olmazı. Aurello'suz fener'e dönmemek için, Cisseeeee... Cisseeeeee!
Sabah böcekleri vs. programların reyting ve hitap ettiği kesim dolayısıyla yaptıklarını bir nebze anlayabilmek mümkün(favori adamım yukarıda ki zat, hele ki bir seferinde "hocam endeskopi orucu bozar mı" sorusuna uzun uzun yanıtlar vermesini unutamam) ama koskoca gazetelerin, haber programlarının her olayı bir ilahiyatçıya yorumlatılması olayı artık gerçekten hem kabak tabı vermeye hem de sinir bozmaya başladı.

Geçenlerde geçirdiği kaza sonrası felç olan vatandaşın ötenazi başvurusunun kabul edildiği bir haberde, zavallı adamla sakatlığı nedeniyle çektiği acılarla ilgili röportaj biter bitmez bir ilahiyatçıya bağlanıldı. Adam da hemen fetva vermeye başladı, yok cehennemde yanarsın, şöyle olursun böyle olursun diye(biri de ulan senin boynundan aşağısını felç edip burnuna bir sinek konduralım bakalım intihar ediyor musun etmiyor musun diye sormadı). Yani bir insanın kendi yaşam hakkı üzerindeki özgürlüğüyle ilgili yorum hakkı görebiliyor bu insanlar.

Hadi intihar gerçekten islamda düzenlenmiş bir konu olduğundan (tabi kul ile allah arasına girme hakkıda yok ama) bu tip konularsa din adamlarının çıkışları bir yere kadar anlaşılarbilir. Peki ya diğer konular? Münir Özkul'un kızı sperm bankasından çocuk sahibi olmuş, elbette hem kişi bakımından hem de olay bakımından ilgi çekici bir konu ve bu psikologlar, sosyologlar hatta biyologlarca güzelce irdelenebilecekken, mikrofonlar yine din adamlarına çevriliyor. Sperm bankasından hamile kalmak caiz mi değil mi? İşin daha da acıklısı kendilerine mikrofon uzatılan din adamları da "yahu bana ne soruyorsunuz bunu?" demiyor(öyle ya kuranda sperm bankası var mı). İlle bir görüş sunmalı ya, başlıyorlar saçmalamaya. Yok başka çocuklar dalga geçermiş "senin baban buzdolabından" diye. Bunun dinle ne alakası var? Kahvedeki vatandaşta aynı yorumu yapabilir. Ayrıca mesele çocuğun alay konusu olmasıysa tamamen doğal yollarla dünyaya gelmiş şahsım ve tanıdığım bir çok kişi çocukken hem alaya maruz kalmış, hem de başkalarıyla alay etmişizdir. Bunların kişiliğimize olan etkilerinin de çok olumsuz sonuçlar doğurduğunu sanmıyorum. Üstüne üstlük bu din adamlarının bilgisine over rated bir biçimde başvurulması, bu insanların kendilerini allame-i cihan sanmalarına neden olmakta. Zamanında kendi halinde biriyken, her konuda fikrinin alınması sonucu(hocam resimli tişörtle namaz kılınır mı, 99999 kez tespih çekerken tespihin ipi koptu cehennemde yanar mıyım, hormonlu sebze yemek dinen caiz midir, yurtdışındaki bankanın faizi haram mıdır) kendini her işe ehil gören ve ülkeyi yönetmeye soyunan Yaşar Nuri Öztürk'ün hali ortada(e sorulara bakılırsa adam da haklı içlerinde, sağlık var, sanat var, ekonomi var, bu arada Şahane hanımın şahaneliği konusunda yorumum yok:)

Neticede bir çocuğun babasız büyümesi psikologların, bunun topluma etkisi sosyologların, işlemin sağlıkla ilgili kısmı hekimleri ilgilendirirken, din adamlarının her konuda olduğu gibi bu konuya da maydonoz olmaları, hangi inanca bağlı olursa olsun toplumların din yoluyla kontrol altında tutulma yolunun ne kadar somut şekilde uygulandığını gösteriyor. Başka türlü tek üretimi dua olan Vatikan nasıl dünyanın en zengin devletlerinden olabilirdi ki?

Yasak...

AKP'nin iki adım ileri bir adım geri mehteran temposuyla sürdürdüğü yeşil akınların sonuncusu Çankırı'da yaşandı. Valilik açık alanlarda içki içmeyi yasakladı. Elbette, "içki dinimizde haram" diyemedikleri için de bahane olarak trafik kazalarını gösterdiler. E madem trafik kazalarını önlemek istiyorsunuz, o zaman arabaların 90 km yi geçecek motor gücüne sahip olmalarını da yasaklayın. Peki arabası olmayan vatandaşı niye kapsıyor bu yasak. Öyle ya 4 arkadaş pikniğe içmeye gittiler, dönüşte arabada dört direksyon olmayacağına göre kalan 3 kişi neden demlenemesin?

Esasında halka açık alanlarda içki içme yasağı Avrupa'nın pek çok yerinde de uygulanmakta. Zaten aleyhlerine bir çağdaş uygulamayı hemen batı özenticiliği olarak adlandırılan, bizim iki yüzlü dinci basının da en büyük dayanak noktası bu. Yalnız burada gözden kaçırılan bir husus var. Orada eldeki alkollü içecek çevreden bakıldığında gözükecek şekilde içmek yasak. Dolayısıyla elinizdeki bira, şarap vs. yi kese kağıdına koyduktan sonra istediğiniz gibi içebilirsiniz.

Çankırı'ya bu sene iş için iki kez gittim. Bozkır yavan bir anadolu şehri beklerken, yeşillikler içerisinde doğa harikası bir yer bulmak sevindiriciydi. Çankırı valisine tavsiyem, trafik kazalarını azaltmak istiyorsa önce karayollarıyla konuşup, Çankırı'yı diğer illere bağlayan köstebek yuvasıı ve mıcır tuzaklarıyla dolu yollarını elden geçirmesi.

Şeriat ekseninde hareket eden örümcek beyinlilerin başlangıç noktasında mesele. İçki islama göre haram olduğu için yasaklanmalıdır. Ama mesela bireysel silahlanma umurlarında değildir. Çünkü islamda silah haram değildir, bilakis kılıç taşımak sünnettir, ki günümüzde bu sünneti kendi boyutlarına uygulayarak çakı taşıyan devlet "büyüklerimiz" çokcadır(o kadar korumanın içinde neyine yarayacaksa o çakı)

Bir konuyu da atlamayalım, bir insan içkili direksiyon başına geçiyorsa, bunun cezasını en ağır biçimde çekmelidir. Ama devlet de o insanı o halde direksyonun başına geçmemesi için ona alternatifler sunmalıdır. Mesela en son otobüsün gece 11.30 da sefer yaptığı, metronun çoğu yerde olmadığı, olan yerde de yine aynı saatte servisten kalktığı Ankara'da Tunalı'da içen biri Ümitköy'deki evine dönmek için taksiye 50 lira vereceğine, alkollü de olsa yakalanmadan eve dönme riskini göze alır.

Eğer toplumda huzur sağlanmak istiyorsa, bunun yolunun yasaktan değil eğitimden geçmesi gerektiğini her aklı başında insan bilir. Ne yazık ki ülkemiz bu uğurda çalışan insanların terör örgütü üyesi suçlamasıyla sindirildiği bir yer olduğundan bunun gerçekleşmesini beklemek hayallerin dahi ötesinde.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Derya kuzusu el bombası!!!

Sonunda bu da oldu ve üsküdar sahilde balık tutan bir vatandaşın oltasına el bombası takıldı.



Balık tutmaktan hiç anlamam. Öyle ki hayatım da tek tutabildiğim 12 yaşındayken papaz balığıydı, onda da kanca zavallı hayvanın gözüne takılmıştı. Yani yeme gelmemişti. Öyle kabiliyetsizimdir bu konuda. Ama kabiliyetsiz olsam da genel mantık çerçevesinde balık tutmakla ilgili bir iki konuda ahkam kesebilirim.



Eğer bu el bombası fiziki kurallarına aykırı bir şekilde yüzmüyorsa, dipte yatması gerekir ve oltaya takılması için de kancaların dipte olması gerekir. Eğer balıkçı vatandaş vatoz avına çıkmadıysa, o kancaları denizin dibine atarak ne tutmayı amaçlıyordu çok merak ediyorum.



Bir de bu silah ve mühimmat mevzuu o kadar ilginç ki, bir yerde bir kazı başladımı bir kaç gün içerisinde ve o çevrenin biraz ötesinde silah ve muhimmat bulunur oldu. İki gün önce emniyet denizin dibinde el bombaları buluyor. üç gün sonra vatandaşın oltasına el bombası takılıyor. O bölgede yıllardır hergün yüzlerce kişi akşama kadar balık tutuyor, bu güne kadar kimsenin oltasına bomba takılmıyor(öyle ya teröristler o bombaları iki gün önce mi attı denize?) ne zaman ki ihbar alınıp denizden bombalar çıkartılıyor, ertesi gün vatandaşın oltasına el bombası takılıyor. İlginç...



Bir olaydan sonra delil bırakmamak için denize silah atılmasını çok gördük de, eylemde kullanılacak el bombasını saklamak için denize atılması, dünya anarşi tarihinde görülmemiş bir gerizekalılık olsa gerek. Hadi bombaları naylona sardınız ve o poşetler hiç delinmedi, ağızları açılmadı, böylelikle patlayıcı mekanzma zarar görmedi, allah aşkına bombaların bulunduğu yer Üsküdar! O akıntıda nasıl geri döndüğünde bulacaksın o bombaları?!!!



Düşünsenize hayatınız orduda geçmiş, savaş sanatında en ince detaya kadar uzmanlaşmışsınız, yetmemiş kuvvet komutanlığı yapmışsınız, örgüt kurmaktan içeridesiniz ve sizin aleyhinize sunulan delillerden biri denizde saklanan el bombası. Sözün bittiği yer.

12 Mayıs 2009 Salı

Acizlik ve Ermenistan Meselesi

Bir ülkede yabancı bir devlet başkanı o ülkenin meclisinde "siz soykırım yaptınız" demeye getirecek ve sonrasında o ülkenin meclisinde yukarıda ki fotoğraf ortaya çıkacak. Bir de bunu eleştirince ergenekoncu damgası yiyeceksiniz. Komedi ve trajedinin mükemmel harmanı.
Ülkelerin birbirleriyle olan ilişkileri hele ki bunlar sınır komşusuysa, geçmişteki olaylar nedeniyle sonsuza kadar dondurulamaz. Eğer iki ülkenin çıkarına bir durum söz konusuysa elbette masaya oturulmasından daha doğal bir şey olamaz.
Amerika'nın Ermenistan sınırının açılması ısranın sebebi belli. Son Gürcistan operasyonu sonrası iyice tehlikeye düşen enerji yollarını Ermenistan ve Türkiye üzerinden sağlama alma çabası. Elbette ABD kendi açısından haklı. Ama sonuçta eğer bu iki ülke masaya oturacaksa karşılıklı fedakarlıklar ve diğer hesapların yapılması şart. Türkiye ve Ermenistan tartıya oturtulduğunda kimin ağır bastığı çok açık. Buna rağmen siz hala Ağrı dağını sınırları içerisinde sayan ve Ermeni soykırımı iddiasında bulunan, yani açık açık sizden toprak talep eden bir ülkeyle masaya oturuyorsunuz. Adamlar en başından müzakerelerde bu taleplerinden asla vazgeçmeyeceklerini açıkladılar. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Türkiye bu şartlar altında hangi kazanımı elde edecek ki böyle büyük bir fedakarlık içine girsin? Hele ki bundan dolayı Azerbaycan'la olan ilişkileri uzun yıllar olumsuz etkileyecek bir gerçek söz konusuyken?
Olayın diğer boyutu ise Amerika tarafı. Sınırın açılması eğer Amerika için bu kadar önemliyse neden Obama bunu Ermeni lobisine bir şekilde anlatamıyor? Taleplerinden vazgeçiremiyor? Çünkü o da biliyor bu hükümete istediğini yaptırmanın ne kadar kolay olduğunu. İki günlük bir ziyaret, bir iki aslansınız kaplansınız konuşması belki biraz IMF sıvazı.Yukarıda ki fotoğraf bunun yanıtı değil mi? Nedir bu teslimiyetin ve acizliğin nedeni?

Bıyık

Konu bayatladı ama olsun, sonuçta mesele var olan ve daha kötüsü idare edenlerin zihniyetinin bir kez daha gözler önüne serilmesi. Hukuk devletinde yaşadığımıza dair inancımı kaybedeli zaten çok oldu. Bir kız öldürülüyor ve fail bir türlü yakalanamıyor. Elbette bu kadar güçlü ve bağlantıları olan bir ailenin 6 milyar insanın yaşadığı bir dünyada evlatlarının izini kaybettirmeleri imkansız değil, ancak fail gariban olduğunda "özel sorgu teknikleriyle" onu iki dakikada öttüren emniyetin bu olayda hiç bir ip ucuna ulaşamamış olması insanı düşündürüyor.
Ama asıl konu bu değil. Belki Cem Garipoğlu bu cinayeti işlemedi, sonuçta her ne kadar kesine yakın deliller var olsa da, yargılama süreci tamamlanmadan, en azından kanunen, bir insanı katil olarak nitelendiremeyiz.
Burada asıl irdelenmesi gereken konu Celalettin Cerrah'ın zihniyeti. Ayşe Arman kendisine Cem Garipoğlu'nun neden yakalanamadığını soruyor. Dikkat edin burada soru gayet basit ve haklı. Neticede ortada bir cinayet söz konusu ve olaya bakmakla görevli ve yetkili makam İstanbul savcılığı ve emniyeti. Dahası sorunun içerisinde "neden bu cinayet önlenemedi?" gibi bir başka soru da yok. Cerrah'ın sorumluluktan sıyrılma noktası ise kelimelerle tanımlanamayacak kadar korkakça. Koskoca emniyet müdürü olayı kızın iffetine ve ailenin bu durum karşısındaki sorumsuzluğuna bağlıyor. Açık açık "kızlarına sahip çıksalardı" demeye getiriyor. Bunu diyen, 10 yaşındaki çocuklarının eline silah verip poligona atış yapmaya götüren biri. Ve olayı bağladığı konu 17 yaşındaki bir kızın iffeti gibi tamamen subjektif bir konu. Biraz medeni herhangi bir ülkede olsa anında görevden alınırken bu ülkede baştacı ediliyor bu kişi. Ne de olsa başbakan'ın kendisine güveni tam. (Teröristle girişilen çatışmada emniyet şeridinin bir metre gerisinde insan ölürken yapılan bir açıklama. What a wonderful woooorld!)
Madem konu iffetten açıldı, öyleyse Cerrah'a şu soruları soralım, bir kız çocuğuna sırf ailesi mi sahip çıkmalı? Devletin bu konuda hiç mi sorumluluğu yok? Elbette var ve bu kanunlarla çizilmiş. Mesela 18 yaşından küçük çocukların içki ve sigara almaları yasak. Peki bunun denetimi kimde? Emniyette, peki İstanbul'un herhangi bir semtinde oğlunuzu veya kızınızı bakkala gönderdiğinizde kendisi rahatça içki ve sigara alabiliyor mu? Alıyor. Peki emniyet neden bunun önüne geçemiyor? Neden esrar, ex, kokain satıcıları sokaklarda cirit atıyor. Bunların sorumlusu siz değil misiniz sayın Cerrah?
Pala bıyık bırakmakla(sahi devlet memuru normuna uygun mudur o bıyık?) otoriter olduğunu zanneden beceriksiz bir yönetici Cerrah. Dahası sergilediği zihniyet, köşesinde zavallı kızı "kabak çiçeği gibi açılan köylü kızın hazin sonu" benzetmesiyle olayı nitelendiren Mehmet Şevki Eygi'yle aynı. Ve bu insan İstanbul gibi bir cenderenin emniyet amiri. Böyle bir durumda insanın yaşadığı şehirde kendini güvende hissetmesi mümkün olabilir mi?
Hiç bir olay tek bir nedene bağlanamaz. Evet belki Münevver Karabulut'un ailesi kızlarını daha iyi taki etse, Cem Garipoğlu'nun ailesi çocuğa soyadlarını haklı çıkaracak şekilde küçüklüğünden beri saçma sapan yetiştirmese, o gece o kız o eve gitmese, belki... belki... belki... "belki" olasılğı ifade eder. Ama cinayetin sonrası düşülen acizlik "kesinliği".
Son olarak beni benden alan olay, şanlı müdürün Arman'la yaptığı konuşmayı "devletin telefonuyla Dubai'yle konuşamam" diye bitirmesi(Arman orada yaşıyor ya). Sahi sayın müdür siz işe LPG'li Şahin'le gidip geliyorsunuz değil mi.