27 Ocak 2010 Çarşamba

Usul Hatası

Yaprak Dökümünü izleyenler için söylüyorum, genel vekaletnameyle gayrimenkul devri gerçekleştirilemez. Özel yetki olması gerekir. Dolayısıyla Ferhunde'nin kabaka kafanın evine çökmesini kotaramamışlar. Senaristler bana danışsaydı saati 100 Öyrodan kendilerine bu konuda memnuniyetle mütala verirdim ama kısfmet değilmiş.

26 Ocak 2010 Salı

Ha bir de


"Boğazından asla ama asla kısma, tadı güzel ne varsa ye"yi hayat felsefesi edinmiş biri olarak yediklerimin vücudunmda bıraktığı etkileri bir nebze gidermek amacıyla resimdeki aletten aldım. Adı Eliptical Runner. Aldığımda 85 kiloydum(boyum 1.87). Kendisine günde 30-40 dakika arası "biniyorum". Hala boğazından hiç kısmadan 82 kioya sabitledim kendimi (Elbette damar sertliği, kolestrol vs. ne durumda onları bilemeyteceğim). Şidddetle tavsiye ederim.

Anthony Bourdain in İstanbul


Dünyaca ünlü şef ve yemek programı sunucusu Anthony Bourdain, benim bu hayatta imrendiğim ender insanlardan biridir. Sonuçta insana maddi olarak mutluluk veren şeyler nedir? Seks ve yemek. Bence, bir insanın hayatında bu iki unsur "kaliteli"yse diğer şeylerde ki iniş çıkışlar önemli değildir.
Bourdain'in İstanbul için bir program yaptığını Oray Eğin'in Akşam'da ki köşesinde okumuştum. Eğin, programı eleştiri bombardımanına tutarak, Bourdain'in yeteri kadar iyi gezdirilmediğini yazıyordu.
Bugün youtube'dan programı izlediğimde Eğin'e katılmadığımı belirtmeliyim. Bir kere Bourdain salaş yerleri seven biri, o yüzden kalkıp Loft'ta yemek yediremezsiniz. Adam güzel güzel gezdirilmiş, hele o aldıkları sakadatları kebap yaptırdıkları ocakbaşında ağzımın suları aktı vallahi! Elbette Türk mutfağı ve İstanbul gibi envai çeşidin olduğu bir ortamda mutlaka bir şeyler eksik kalacaktı ama yine de güzel program olmuş. Eksikler olarak, Bir kere dönerin memleketinde koskoca şefe hava gazında pişen Bambi döner yedirmek Türklüğe hakarettir ve 301'den yargılanmayı gerektirir. Bulamadınız mı adam gibi kömür ateşinde döner yapan bir yer! Bunun dışında Bourdain'in sadece Avrupa yakasında yemek yemesi (mesela kahvaltıyı Anadolu Hisarı ya da Beykoz civarı bir yerde yeseydi daha iyi olurdu), Türk mutfağının en güzel örneklerinin sunulduğu, Kanaat lokantası ya da Hacı Abdullah'a götürülmemesi, kokoreç, kuru fasulye-pilav, çiğ köfte, kalkan ve lakerdanın tattırılmaması (o kadar da balık restorantına gittiler), baklavanın unutulması ve Bourdain'in bayılacağı Adalar'ın atlanması söylenebilir. Bir de elbette boğazda bir balık yedirilmemesi(Türk kahvesini boka mı benzetti yoksa ben mi yanlış anladım?). Ayrıca her ne kadar ailesinin yaptığı yemekler muhteşem gözükse de, mihmandar kızı yetersiz buldum(Elin adamına "şerefe"nin masada konuşulanın masada kalacağı manasına geldiğini yazması süperdi. Yuvarlak masa şovalyeleri toplantı yemeği sanki). Vedat Milor olsa daha iyi olurdu kanaatindeyim. Ama dediğim gibi 40 dakikalık programda tüm bunları yediremezdin adama(midye dolma yedi ya o bile yeter:)
Sonuç olarak Amerika'nın en çok izlenenen programların birinde Türkiye çok güzel tanıtılmış oldu. Ayrıca Bourdain'in de belirttiği bir nokta, benim de yıllardır hissettiklerime tercüman oldu, o da bizim dışa yönelik reklamlarımızda ne kadar gelişmiş olduğumuz propogandasının gereksizliği, sadece sahip olduğumuz değerlerin tanıtımının dahi bize yeteceği.
Öff yazıyı yazdım ağzımın suları aktı be! Gidip yemek yiyeyim....

21 Ocak 2010 Perşembe

Anlamadığım bir şey var

Bu ülke tarihinde yapılan darbelerin hangi tezgahlar sonucu ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini bilen ve askerin sadece kışlada yönetim yetkisi olması gerektiğine inanan biri olarak, gerçekten kafama takılan bir mevzu var. Son iki senede, ayışığı, sarıkız,kafes en son da balyoz olmak üzere bir çok darbe planı iddiası ortaya atıldı. Dahası bu planların kiminin deniz kuvvetlerinde, kiminin hava kuvvetlerinde, kimininse ordu komutanlıklarında planlandığı iddia ediliyor. Benim anlamadığım eğer mesele AKP'yi iktidardan indirmek ise ve darbeleri hazırladığı iddia edilen birimlere bakıldığında bu konuda ordunun üst düzeyinde genel bir mutabakat söz konusuysa, neden 4 farklı plan hazırlanıyor? Her kafadan ses çıkması mantıksız değil mi? Özellikle de Türk ordusu gibi emir komuta zincirinin en üst önem arzettiği bir yerde.

Yoksa bu Utah kaynaklı ihbarlara dayanılarak hazırlanan darbe planları, gerçekte Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yer yüzündeki her ordu gibi, hazırlık yapmak için tatbikat olarak planladığı olası felaket senaryoları mı? Hani tıpkı geçtiğimiz yıllarda Anayasa mahkemesi başkanın suikast sonucu öldürülmesi üzerine yaşanacakları konu alan Hudson Düşünce Kuruluşunda hazırlananlar gibi.

Kişisel kanaatim Türkiye'de konjonktür gereği artık darbeye imkan olmadığıdır. Tarih tekerrürden ibaretse ve bu ülkede gerçekleşen tüm darbelerde Amerika'nın parmağı varsa, Amerika neden kendisine tam bağlı bir hükümeti iktidardan düşürmek istesin? "Don't sweep him in to drain,use him" imkanı varken, bu saçmalık olmaz mı? Hele ki AKP'nin oylarında ciddi bir düşüş olduğunu gözlemleyerek, Sarıgül'ü piyasaya sürdüğü bir ortamda. Ama bakın buraya yazıyorum; eğer AKP seçimle gidip, yerine CHP-MHP koalisyonu gelir ve Amerikan'ın tekerine çomak sokmaya kalkarsa(pek sanmıyorum ya ama yine de AKP'den biraz daha milli davranırlar herhalde), o zaman tıpkı 80 öncesi sağ-sol çatışması gibi dağdan sokağa inen gerçek anlamda bir türk-kürt çatışması ve akabinde yönetime el koyan ya da post modern darbe yapanlarla karşılaşabiliriz.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Bunları Biliyor muydunuz

*Son büyükelçinin aşağıda oturtulması skandalının, İsrail kamuyounda da büyük tepki gördüğü hatta rezillik olarak adlandırıldığı.

*Sadece radikallerce desteklendiği,

*Rezilliğe imza atan bakan ve yardımcısının dinci değil ama rus kökenli aşırı sağcılar olduğunu,

*Ve mensubu oldukları partinin Davos Fatihinin meşhur "one minute" skandalının hemen sonrasındaki seçimlerde hiç beklenmedik bir oy alarak meclise girip koalisyon için anahtar parti konumuna geldiği,

*Sırf bu yüzden ılımlı solcuların(hoş orada sağ sol devlet politikası değişmez ama) iktidara gelemediğini,

biliyor muydunuz?

Hayvanboyar Başkan


Renklerin insan davranışı ve psikolojisi üzerine etkilerine baktığımızda(Arkasokak.net'den alıntı yaptım) sarı rengin; geçiciliğin ve dikkat çekiciliğin ile ölümün ve sinirliliğin sembolü olduğu görülmekte. Gerçekten de yapılan araştırmalar, bebeklerin duvarları sarıya boyalı odalarda daha çok ağladığını, yetişkinlerin daha sinirli olduklarını, hayvanların dahi öfkelendiklerinde renklerini sarıya çevirdiklerini gösteriyor.
Geçicilik, dikkat çekme arzsu ve elbette sinirlilik gibi tanımlar Mustafa Sarıgül'ün "Değişim Hareketi" olarak adlandırdığı örgütüne tabiri caizse "cuk" oturmuş kavramlar. Ayriyetten sarının renk skalasında yeşil ile kırmızının arasında yer alması, konuşmalarında hem dincilere hem de solculara göz kırpan Sarıgül'ü nitelendirmek için en uygun olanı.
Elbette Sarıgül'ün renk seçiminin yukarıda saydığım kriterlere göre yapılmadığnı tahmin edebilmek için müneccim olmaya gerek yok. Soyadı Sarıgül olduğu için oluşturduğu hareketin rengi sarı.
Sarıgül, deyince benim aklıma Mustafa Sarıgül'den ziyade hep babamın eve renkli televizyon aldığında ilk kez renkli olarak izlediğim dizi gelir(sene 84'tü yanılmıyorsam). Sadece bir kovboy dizisi olarak hatırlıyorum diziyi o kadar. Ama o zamana kadar dizinin başlangıcında hep renksiz olarak gördüğüm gülü, renkli televizyonda sarı olarak görmem aklıma kazınmış herhalde.(Şimdi IMDB de baktım da Cybill Shephard yani Mavi Ay'da David'in aşkı Madelyn da oynuyormuş dizide, bir de Bayan Topesto vardı değil mi orada... Serbest çağrışım nelere kadirsin)
Ben Sarıgül'ü hiç bir zaman sevmedim, çünkü onu hep samimiyetsiz, şov peşinde, kıblesinin yönü belli olmayan, herkese mavi boncuk dağıtan, bir nevi İ.Melih Gökçek olarak gördüm. Oğlunun icraatları (Lütfü Kırdar'da klasik müzik konseri varken üst katta bangır bangır ibo çaldırması) ve eski karısının hakkındaki iddiaları da cabası. Sanırım haklılığımı da , en son yaptığı "icraat" ortaya koydu.
Beyaz güvercinlerin sarıya boyanarak miting meydanından salınmasından bahsediyorum. Böyle bir barbarlık olabilir mi? Eğer mesele o boyanın hayvanlara zarar vereceğini öngörememekse, bu zeka kapasitesinde birinin ülke yönetimine talip olması gerçekten acı. Yok eğer o hayvanların bu şov uğruna doğada hiç bir şekilde yaşayamayacağı önceden biliniyor ve ona rağmen bu işe kalkışılmışsa, aynı zihniyetin ülkeyi yönettiğinde yapacaklarını düşünmek dahi istemiyorum.
Sarıgül ve ekibinin bu hayvan boyama ile ilgili mazeretleri de hazır. DSP'nin güvercinleriyle karıştırılmak istememişler. Ulan o zaman başka hayvan mı bulamadınız simge olarak? Ayrıca bu cümleyle hedefledikleri seçmen kitlesinin de genel olarak sığırdan hallice olduğunu zımnen kabul etmiş oluyorlar. Ne de olsa sandığa gittiğinde Sarıgül'ün güvercinine aldanıp, mührü DSP'ye vuran seçmenden "bilinçli" olarak söz edilmesi beklenemez.
Ben sırf bu sebepten dolayı, CHP'nin oylarını bölmek için özellikle dinci kanallarda şişirilerek sunulan Sarıgül'ün ( bakın Stv, Kanal 7 ve Bugün TV'ye bütün mitingleri canlı yayınlanıyor) CHP yerine bu dinci kanalların hiç aklına getirmediği bir partinin oylarını böleceği kanaatindeyim. Ama herhalükarda hile karışmamış bir seçimde oy oranının %3'ü geçeceğini sanmıyorum. Yine de seçimler öncesi defalarca Washington'da "temas"larda bulunmuş olması ve arkasındaki muazzam maddi destek dolayısıyla da inceden işkillenmiyor değilim.
Sarıgül'den kendisine oy vermeyecek bir seçmen olarak ricam bu DSP'ye benzetilme kaygılarını yok etmek için sarıya boyanmış güvercinlerden daha insani bir yol bulması. Mesela izinden gittiği Ecevit'in adından yola çıkarak dağa taşa "Sarıoğlan" falan yazdırırsa, duyarlı vatandaşların daha az antipatisini kazanacağını düşünüyorum.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Yobazlığın Dini Yok

Haiti'de ki deprem felaketinin, başta hükümet olmak üzere ülkemizde ne kadar az yankı bulduğu malum. Kimse kalkıp, çok Haiti çok uzakta falan demesin, zira aynı mesafedeki Endonezya'da depremde insanlar öldüğünde Tayyip Erdoğan'ın canlı yayında çevresine topladığı işadamlarından nasıl para topladığını hepimiz biliyoruz, çünkü orada ölenler ve evsiz kalanlar müslümandı.

Ben aslında bu yazıyı, Amerika'lı politikacı ve "long time sun of a beach(plaj manasında)" Pat Robbertson için yazacaktım. Çünkü Robertson deprem sonrasında yaptığı açıklamada, Haitili'lerin zamanında Fransız işgalinden kurtulmak için ruhlarını şeytana sattığını, dolayısıyla da Tanrı'nın çevrelerindeki tüm ülkeler gelişmiş! haldeyken onları geri bıraktığını ve depremin de bu yüzden olduğunu söyledi.

Bu açıklamayı redneck tabir edilen cahil bir taşra politikacısı yapsa gülüp geçersiniz ama Pat Robertson Cumhuriyetçi Parti'den başkan adaylığı için ön seçimlerde yarışımış ve arkasında önemli bir seçmen kitlesinin bulunduğu bir isim(evangelist olduğundan bahsetmeme gerek yok herhalde). Yani Amerika gibi kağıt üzerinde ileri bir ülkede bu adam gibi düşünen milyonlar var.

Peki Robertson'un zırvaları sadece Amerika için mi geçerli? Elbette hayır. Bizdeki dincilerin de özellikle doğal afetleri Tanrı'nın kafirlere cezası olarak yorumladıklarını sık sık görürüz. Özellikle Gölcük Depreminden sonra cemaat lideri Mehmet Kutlular'ın 28 Şubat'ın planlayıcısı olduğu iddia edilen Batı Çalışma Grubunun merkezinin Gölcük Donanma Komutanlığı olduğundan yola çıkarak, depremin Allah tarafından bu insanlara bir ceza olarak verildiğini açıklaması üzerine, her türban eyleminde ellerinde "7.4 yetmedi mi?" yazılı pankartları türbanlıları çok gördük. Elbette kimse Mehmet Kutlular'a "Madem Allah deprem yaratarak, kafir ve günahkar olduğunu iddia ettiğiniz insanları cezalandırdı, aynı mantıkla kızınız Vildan Kutlular'ın genç yaşında uyuşturucudan ölmesi için siz ne günah işlediniz?" diye sormaya cesaret edemedi.

Bugün Türk basınına baktığımızda Haiti depremi için benzer yorumları görüyoruz. Hatta islamın sıcak ve güler yüzü olarak yutturulmaya çalışılan Gülen cemaatinin yayın organı Bugün gazetesinde, Patteson'un açıklamalarına paralel olarak, Haitililer'in vodoo inancına bağlı oldukları, şeytana taptıkları ve insan kurban ettikleri( palavraya gel), bu yüzden deprem olduğu iddia edilliyor.

Gördüğünüz gibi konu yobazlık olduğunda din, ırk falan tanımıyor ve dahası bu durum büyük sermeyenin de işine geliyor. Çünkü afetleri Tanrı'nın gazabına bağladığınızda ve insanları buna inandırdığınızda, toplumun çoğunluğunu oluşturan bu bireyler geri kalanı sorgulamıyor(aslında hiç bir şeyi sorgulamıyorlar ya). Dolayısyla kimse o Pat Robbertson'a "Amerika Küba'nın önünü kesmek için zamanında Haiti'yi neden bu kadar karıştırıp onların geri kalmasına neden oldu?" diye soramıyor, ya da bizde ki f tipi yazarlara "Neden o zaman daha kuvvetli depremler gayri müslüm ve sizin inancınıza göre bu yüzden cehennemde yanacak Japonları öldürmüyor?" soramadığı gibi.

İnsanlığın bu yobazlık kıskacından kurtulacağı ve Pat Robertson'la dünya üzerindeki gibilerinin maskelerinin düşeceği günü görebilecek miyiz? Yakın zamanda hiç zannetmiyorum, belki 200-300 yıl sonra...

16 Ocak 2010 Cumartesi

Hakaret Manasında Olmayan Gerizekalılık


Noktasına virgülüne dokunmadan, Şansal Büyüka'nın bugün ki yazısının başlangıcı buraya aktarıyorum;

(Naklen yayın ihalesi öncesini anlatırken) ...İşin aslına bakarsanız, ihale öncesi Digitürk ile Telekom arasında belirli paketlerle ilgili önemli anlaşma ve iş ortaklığı sağlanmıştı. Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener ile Kulüpler Birliği Başkanı Aziz Yıldırım'ın çabaları ile bu iş ortaklığının temeli atılmıştı. Bu konuda her türlü anlaşma sağlanmışken ve kulüpler 300 milyonluk pakete "evet" demişken Telekom'un ihaleye 24 saat kala "biz tek başımıza giriyoruz" demesi(burada TRT ortaklığı kastediliyor) her şeyi bozdu...


İsteyen ceza kanunu açıp bakabilir hatta madde numarasını da vereyim (235) Şansal Büyüka açık açık "biz burada ihaleye fesat karıştırdık" diyor. Zira Digitürk ve Telekom rakip olmalarına rağmen ihale öncesi biraraya gelip, fiyat tespiti yapıyor. Ve işin daha trajikomik tarafı Büyüka bunun farkında değil, sadece "ulan amma para verdik ya" diye sızlanırken açıklıyor.


Şimdi bu yazıyı ihbar kabul eden herhangi bir savcı, Digitürk, Telekom, TFF ve Aziz Yıldırım hakkında soruşturma başlatabilir. Ayrıca ihaleye katılan diğer kuruluşlar olan D-Smart ve NTV'de bizzat suç duyurusunda olabilir. Dahası bu olayı öğrenip elinde koz olarak saklama imkanı olan hükümet, bu durumu, yarın öbür gün Çukurova medya grubunun her hangi bir muhalif yayının yaptığında ümüğünü sıkmak için kullanabilir.


Bu arada Akşam Gazetesi'nde hiç mi hukukçu çalışmıyor? Benim bildiğim bir yazının yazarın elinden çıkıp okuyucuya ulaştığı ana kadar kadar, gerek imla hatalarını düzeltme gerekse otosansür bakımından bir çok konrolden geçtiği bir ortamda bir kişinin aklına bunun bir suç itirafı olduğu gelmemiş?


Hani derler ya "salak dostum olacağına akıllı düşmanım olsun", tam da bu durum.

14 Ocak 2010 Perşembe

Bravo!


Eğer doğruysa, yani Fenerbahçe 3.2 milyon TL+ Burak Yılmaz karşılığında Gökhan Ünal'ı Trabzonspor'dan aldıysa bir Beşiktaş'lı olarak "Fenerbahçe camiasına hayırlı uğurlu olsun" demekten başka bir şey söylemiyorum... Tabi sonuna smiley face koyarak:) ( arşivleri tarayın, şu adamın attığı gollerde top hiç yan filelere değmiş mi(bknz. vuruş tekniği) diye bir bakın lütfen)
ohara editi: TL değil, bildiğin Euro'ymuş o 3.2!!!

Aspava Dürüme 40 TL Vermek


Naklen yayın ihalesi, ben bu satırları yazarken hala devam etmekte. Gönlüm ehven-i şer olarak Digiturk'ten yana. Ama mesele kimin kazanacağından çok, yayın bedeline ödenen rakam. Yıllık 300 milyon doları aşan bir rakamdı en son baktığımda. Bu rakam ne için ödeniyor? Elbette yıllardır rezil bir futbolun sergilendiği Süper Lig maçlarının yayını için değil, digital platform pastasındaki payı korumak(digiturk) ya da pay sahibi olmak(telekom) için. Ülkemdeki spor anlayışının acı bir tablosu, hiç bir şeyin(spor dışındakiler de dahil olmak üzere) futbol kadar değerinin olmaması. Ama sonuçta ödenen para doğrudan futbol klüplerinin cebine gidecek. İhale sonunda ortalama bir anadolu takımının kasasına girecek olan para 20 milyon dolar civarı olacak. 15 milyon Euro'luk bütçesiyle Avrupa Ligi'nin iddialı takımlarından olan Standart Liege baz alındığında muazzam bir rakam bu.
Ama hepimiz biliyoruz ki, ligin kalitesi adına değişen hiç bir şey olmayacak. Çünkü ülkemizde futbol kara paranın en çok döndüğü sektör. Klüplere giren bu para, beş para etmez yerli ve yabancı futbolcular, onların aç gözlü menejerleri ve yöneticiler arasında paylaşılacak. Yani bugün 2.2 milyon Euro alan Nobre emsalleri 4 milyon Euro alacak, Mehmet Topuz'lar 20 milyon Euro'dan satılacak, Figer gibi leş kargalarının komisyonları %20 lerden belki de %50 lere çıkacak.
Olan yine bizlere olacak aylık abonelik fiyatlarımız katlanacak (futbol izlemesek bile, çünkü verilen rakamların sadece futbol abonesi yoluyla mümkün olmadığını NTV'ye çıkan tüm ekonomistler belirtti).
Bu noktadan sonra federasyona büyük görevler düşüyor. Bir kere artık yabancı sınırlaması kalkmalı ve ikisi ilk 11'den olmak üzere 18 kişilik kadroda en az 4 alt yapıdan oyuncu oynatma zorunluluğu getirilmeli. İkincisi ve daha önemlisi klüpler ve yöneticileri sıkı mali denetim altına alınmalı. Gerlir gider tabloları tutmayan vergi borcu olan kulüpler kim olduğuna bakılmadan küme düşürülmeli ve yine bence tüm kulüplere şirket olma zorunluluğu getirilmeli. Bu sayede iş, üç kağıtçı başkanlardan profesyonel yöneticilere bırakılmak zorunda kalınacağı için kalite hele ki bu gelirlerle otomatik olarak yükselir.
Elbette bir noktada taraftara da görev düşüyor. Artık bu ülkede başarının tanımı "şampiyonluk" olarak görülmemeli. İstikrar ve pozitif futbol bireyleri tatmin etmeli, yoksa türk futbolunun içinde bulunduğu bu karanlık kuyudan çıkması imkansız.
Kişisel görüşüm bu dediklerimin hiç birinin gerçekleşmeyecek olması. Çünkü bunu tek sağlayabilecek iradenin de bugünkü koatik anlayışın eseri olduğu, halka spor bilnci aşılamsı gereken belediyelerin trilyonlarca paraya takım kurarak süper lig ve bank asya'da mücadele ettiği bir ortamda böylesi "devrim"ler beklemek saflıktan öteye gitmez.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Koltuk Krizi

Teammülleri bilmeden büyükelçiyi eleştirmeyi doğru bulmuyorum. Mesela ibranice bilen bir diplomatın o anda orada olmaması eleştiriliyor, benim bildiğim bu tip görüşmelerde resmi dil ingilizcedir. Anladığım kadarıyla bizim büyükelçi ayaküstü bir "ketenpere"ye getirilmiş, zira haberler doğruysa bu görüşme son dakikada ortaya çıkmış ve konu "Kurtlar Vadisi Filistin" projesinden duyulan rahatsızlıkmış.

İsrail'in yaptığı çok çirkin, ahlaksızca ve ucuz. Bir ülkenin büyükelçisini çağırıp, onu bu şekilde oturtup bir de ibranice giydirmek, Türkçe bilmeyen bir insana güler yüzle "ananı s.kim" demekle aynı bayağılıkta, yani sadece cahil ve fanatikleri sevindirebilecek bir şey. Bence burada büyükelçinin eleştirilebileceği nokta, alçak koltuğu görür görmez, kendisine verilen sandalye diğerlerinden küçük olduğu için Lozan görüşmelerini başlatmayı reddeden İsmet İnönü'yü aklına getirmemek, ya da koltuğun sırtına çıkıp, "biz Türkler oyuna getirilmiş gibi yapıp oyuna getiririz" gibisinden (elbette daha düplomatik bir dille) bir açıklama yapmamaktı. Ayrıca Türkiye'de görev yapan çoğu yabancı diplomat(daha doğrusu büyükelçi) bülbül gibi Türkçe konuşurken, bizim büyükelçilerin bulundukları ülkelerin dillerini bilmemeleri, hele hele İsrail gibi çok önemli ilişkiler içersinde olduğumuz bir ülkenin, bence kabul edilemez. Ama bu büyükelçinin olduğu kadar bu konuda bir uygulama yapmayan Dış işlerinin de ayıbı.

Neticede İsrail'in yaptığı terbiyesizliği tarih not etti, bu coğrafyada onlarla didişmeyen tek ülkeye bunu yapmak pek akıl karı değil. Yalnız burada Araplara yaklaşmak uğruna karşısına İsrail'i alan hükümete de bir kaç söz söylemek lazım. Filistin ve Lübnan'ı vuran İsrail uçakları daha bir hafta öncesine kadar Konya ovasında tatbikat yaparken, kalkıp "one minute" demek, İsrail'in gelmiş geçmiş en saygın politikacılarından birine "yalan konuşuyorsun" demek de aynı olmasa da benzer bir ucuzluk ve tribünlere oynamaktır.

12 Ocak 2010 Salı

What happens in Vegas stays in Vegas


Bu sefer olmamış galiba... Yani Vegas'ta olanın Vegas'ta kaldığı. Akman'ın Vegas'ta 21 oynarken(yanında da porno fuarınmdan iki hatun varmış) gazetecinin birine yakalanmasından bahsediyorum. Beni bilenler bilir. Bağımlılık genim pek aktif değildir. Mesela sigara. Yanımda içilmesinden nefret ederim, ama ayda yılda bir bir tane yakarım ve keyfile tellendiririm ama hiç bir zaman "bir sigara olsa da yaksam" demem, keza içki de öyle. Rakı olsun, viski olsun, rom olsun pek severim kendilerini, içerim de. Ama haftasonları ve ayarında (belki de bu ayarı, sarhoş olduğumda içimden geçenleri hiç bir elekten geçirmeden karşı tarafa aktarmam dolayısıyla tutturmak zorunda kalmış olabilirim:)
Bağımlılık genimin aktif olduğu tek durum vardır benim için. O da Texas Hold'em. Şimdi burada anlatmam uzun sürer, ama bence Hold'em bir kumar türü değil, zaten olsaydı ben oynamazdım diye düşünüyorum, çünkü yine baba tarafından, paranın kıymetini bilme ve onu kolay kolay vermeme gibi bir huyum söz konusu (kısaca pintilik). Bilenler bilir, iyi de oynarım Texas Hold'em i. Tabi Sting'in dediği gibi "he doesnt play for the money he wins, he plays for respect" gibisinden bir felsefem yoktur, 5 saat masada otururum çok nadir oyuna girerim, mümkünse iki elde çiplerimi 2'ye 3'e katlarım sonra başlasın Çanakkale geçilmez.
Akman'ın oynadığı 21'e de merak salmıştım bir aralar. Hatta kart sayma üzerine kitaplar okuyup baya bir pratik yaptıktan sonra, soluğu Amsterdam Casinolarında almıştım. Ancak ilk 10 dakikada 300 Euro kaybedince, 21 maceram başlamadan bitmişti (Şerefsiz kurupiye öyle hızlı dağıtıyordu ki kartları, bırakın saymayı masadaki kartlar maça mı sinek mi anlayamıyordum).
Her neyse dönelim konumuza. Zahit Akman kimliği belli bir vatandaş, çoğu AKP'li gibi bir zamanlar sakalla dolaşırken şimdi bıyıklı olanlardan. Ve bu adam RTÜK gibi bir kurumun başındaydı. Yani yayınların "örf ve geleneklerle, genel ahlak ve adaba aykırı olup olmadığına" karar veren kurumun başkanı. Kendisi fosur fosur sigara içmesine rağmen, filmlerde sigaraların mozaiklenmesi onun zamanında uygulamaya kondu, keza masum içki kadehlerinin de. Çünkü bu kişinin bir misyonu vardı, o da bağlı olduğu tarikatın değerlerini topluma kabul ettirmek. Çünkü Akman ve onun gibi düşünenler insanı insan olarak değil, kul olarak görmekteler. Özgür iradeyi tamamen reddeden bir inanış onların ki, yani kısaca faşist.
Ama dediğim gibi Akman ve benzerlerinin sahip olduğu bu görüş, sadece kul olarak gördükleri toplumdaki bireyler için, kendi yaşamlarında bu değerlerin dışına çıkmaktan çekinmiyorlar. Yoksa islamda haram olan kumar oynamanın başka nasıl bir açıklaması olabilir ki, ya da deniz feneri vasıtasıyla milyonlarca euro tokatlamanın, ya da müslüman diye geçinip, on yıldan fazla bir süredir, Irak'ta milyonlarca insanın ölümünden sorumlu bir ülkede yaşamanın. Akman ve benzerleri farkında olmayabilir ama kendileri bir kast sistemi kurmuşlar. Üsttekilere her şeyin mübağ, alttakilere yasak olduğu. Bunun AKP'nin çok eleştirdiği "bürokratik elit"ten ne farkı var çok merak ediyorum.
Akman'a nacizane tavsiyem, aynı karttan iki tane geldiğinde onları "split" edip "double" yapması ve kazandığı parayı, Vegas'ın ünlü striptiz klüplerinde çarçur etmeyip, ülkesinde harcaması. En azından ülkeye döviz girmiş olur değil mi:)

9 Ocak 2010 Cumartesi

10.000+ Kadınla Yattım Palavrası

Kaç gündür yazacaktım fırsat olmadı. En son Warren Beaty'nin 12.500 kadınla yattığını açıklaması ve bir allahın kulunun bu beyandaki mantık hatasını bulamamasına anlam veremiyorum.
Aslında özellikle Hollywood ünlüleri arasında bu "10.000 rakamı" çok sık telaffuz edilir. Bir nev'i "Sir" ünvanı olarak değerlendirilir. Bundan önce rahmetli basketbolcu Wilt Chamberlain ve Charlie Sheen gibi isimler için de benzeri rakamların telaffuz edildiğini okumuştum.
Bu "10.000" mevzuunda iki husus mantık dışı, birincisi bu arkadaşlar bir takım organlarına sayaç mı takmışlar da bu rakamı telaffuz ediyorlar? Köyden indim şehirede en büyük ağabey Himmet'in kardeşleriyle beraber tarlayı sürerken bulduğu gömüden çıkan altınları "doğuzbindoğuzyüzdoğsandört... doğuzbindoğuzyüzdoğsanbeş...doğuzbindoğuzyüzdoğsanaltı..." şeklinde saydığı gibi bir sayım mı söz konusu? Onda bile adamcağız kaç defa tekrar saymak zorunda kalıyordu. Diyeceğim şu ki; bırakın 3 haneli rakamların yakınına yaklaşmayı çift haneli rakamları tutturmayı anca başarmış birinin, geriye dönüp baktığında kesin bir rakam vermesi zorken (hepimiz öyle değil miyiz yahu?), 10.000 hatununun hesabını tutmak nasıl bir iş?

işin esas mantık dışı kısmına gelince;bahsi geçen Warren Beaty 1937 doğumlu, yani 73 yaşında. Bu da demektir ki, bu adam 26.669 gün yaşamış(29 şubatlarda dahil bu rakama). Penisinin işemekten başka bir işe yaradığını keşfettiğinde 11 yaşında olsa(o da en erken), 4017 günü ziyan olmuş demektir. Kaldı mı geriye 22.652 gün! E şimdi bir adamın böylesine bir "buffy the vampire" olabilmesi için sadece tip yetmez, şan+şöhret+para lazım. IMDB'ye göre ilk filmini 1957 yılında çevirmiş yani 20 yaşında. Hadi diyelim 20 yaşına kadar 100 kadınla birlikte oldu (olmaz ya) 3287 gün daha gitti, geriye 19.365 gün kalır.

Yani bu adam geriye kalan 19.365 gün içerisinde 12.400 kadınla yatmış olması gerekir. Gün başına 0.64 kadın(Şarj aleti yok ki bu meretin)! Ve dikkatinizi çekerim bu yattığı kadın sayısı, toplam rakam değil. Yani bu adamın bu rakama ulaşabilmesi için ömrü boyunca kullan-at şeklinde çalışmış olması lazım (uzun süreli beraberliklerini falan saymıyorum).

Aynı hesabı 44 yaşındaki Charlie Sheen'e vurduğumuzda günlük 1 kadını geçiyor. Baklavacılar için anlatılan hikaye aklıma geliyor bu durumda, hani adam işe başlamadan önce önüne bir tepsi baklava koyup zorla hepsini yedirilermiş de, adam bir daha baklava görünce tiksinirmiş. Aynı hesabın burada da olması gerekmez mi?
Togo milli takımı Afrika kupası için gittiği Angola'da saldırıya uğradı. Takım otobüsünün şöförü ölürken, oyunculardan 2 si yaralandı(mış). Saldırıyı ayrılıkçı militanların üstlendiği söyleniyor.

Şimdi bu coğrafyada yaşadığımızdan, her işin altında bir komplo aramaktayız. Ama bir de meseleye şu açıdan ele almakta fayda var. Kıçıkırık bir örgüt, dünyanın gözünün üzerinde olduğu bilinciyle hareket eden bir ülkenin tüm güvenlik güçleriyle seferber olduğu bir organizasyonda bir milli takım otobüsüne ateş açabilir?

Şu anda Premier lig ve La Liga gibi iki büyük organizasyonda yer alan oyuncular bu turnuvada boy gösterecek ve takımlarından en 2 en fazla 4 hafta uzak kalacakken, bu saldırı akıllara türlü soru işaretleri getiriyor.

Tiger Woods'un golfe ara vermesinin sponsorlarda yarattığı kayıp 1 milyar dolar civarındayken, bir çok kulübü mali krizle boğuşan Premier ligin bunca futbolcudan uzun bir süre(neredeyse sezonun 8 de 1i) yararlananmayacak olması bile düşündürücü değil mi?

8 Ocak 2010 Cuma

Mümtaz'er'le Karşılaşılınca Sorulacak Sorular

1) Canlı yayında bir denizci koramiral tarafından tüm Türkiye'nin gözleri önünde tabiri caizse "itin malum organına sokulmak" nasıl bir duygu?

2) Bundan 14 yıl önce Susurluk kazası sonrası, danışmanlığını yaptığınız Tansu Çiller'in o meşhur "vatan için kurşun atan da yiyen de kahramandır" sözünün yaratıcısı durumundayken, bugünlerde Ergenekon operasyonlarının bir numaralı destekçilerinden olmak nasıl bir duygu?

3) 2. soruyu baz aldığımızda televizyonda ya da herhangi bir yerde bir oryantal performansı izlediğinizde, "ben bundan daha iyisini yapabilirim" kıskançlığı yaşıyor musunuz?

4) Bu fotoğrafı çektirirken çok mu düşündünüz? Yoksa "Buna kafa derler kafa" mesajı mı vermeye çalıştınız?

5) Gördüğünüz yerde Okan Bayülgen'i dövecektiniz. Hala göremediniz mi?

6) Şimdi hocam burada artık biraz samimi olmak durumundayım. Şimdi tipiniz malum, yani bir Brad Pitt, Geroge Clooney, Keanu Reeves değilsiniz. Hatta daha açık söylemek gerekirse gerek boy gerek pos olarak Joe Pesci'den hallice olduğunuz ortada. Eşinize baktığımızda ise gerçekten hoş bir hanımefendi. Şimdi sorum şu; onu nasıl etkilediniz? Olgun erkeği oynayarak mı? O Melih Gökçeği aratmayan içinde türlü anlamlar gizli tebessümünüzle mi? Yoksa kendisi öğrencinizken verdiğiniz derslerde gösterdiğiniz entellektüel birikiminizle mi?

7 Ocak 2010 Perşembe

Bir Apachi Ağlıyor... Annesinin Koynunda!...

Benim için filmin top esprisi başlıktır. Cem Yılmaz'ın ellerine sağlık. Yok çok küfürlüymüş, sinematografik açıdan yetersizmiş, gora gibi değilmiş(bence hem gora'dan hem de arog'dan çok daha iyi ayrı) falan hiç kulak asmayın,gidin bu filme ve anıra anıra gülün. Eğer illa not vermek gerekirse, 10 üzerinden 8.5. Filmin önüne geçen iki unsur Zafer Alagöz'ün muhteşem oyuncuğu ve Demet Evgar'ın görebildiğimiz kadarıyla 10 üzerinden 10 göğüsleri.
Peki filmin eleştirilebilir unsurları yok mu? Elbette vardır. Ama ben seyirci olarak verdiğim paraya helal olsun diyebiliyorsam, varsın bir iki kusuru da olsun filmin.
Bir de allah aşkına artık Cem Yılmaz'ın yaptığı filmlerle, Recep İvedik serileri karşılaştırılmasın. Bu Türkiye'nin en parlak zekalarından birine yapılabilecek en büyük hakaretlerden biri bence. Elmalarla hıyarları karıştırmayalım.

İstanbul İzlenimlerim

Vallahi izlenimim bundan ibaret. Şimdi diyeceksiniz ki "ulan salamy, bu ugg modası tey ne zamandır var, senin şimdi mi haberin oldu?" yine vallahi, ugg diye bir şey duymuştum, daha doğrusu "ugg" yazısı görmüştüm. O yüzden bu adın telaffuzunu bile hala öğrenemedim. "ugg" mu "ugege" mi yoksa "agg" ya da "aggh"mı hala bir muamma benim için.
Şaka bir yana gerçekten de İstanbul'lu kızları bir Ugg çılgınlığı almış gidiyor. Bağdat caddesine çıktığınızda sanki herbiri birazdan caddebostan sahilden kıçtan motorlu teknelerle açılıp adalarda Torik avına çıkacakmış hissi uyandıran hatunlar ortalıkta fink atmakta. Kişisel kanım, bu botların görünüm itibariyle, ikinci bir Bufalo faciası olduğu. Seneye kimse giymez. Ama allahtan bu moda akımını yaratanlar botun üzerine mini etek giyilmesini uygun gördüğünden, kış günü "kase" tabir ettiğimiz bölgelerine kadar mini çekmiş hatunlarımızı yollarda görmek, hem kendi göz zevkimiz için, hem de memleketimi sarmalayan geri kalmış zihniyetin zincirlerini kırıp muassır medeniyetler seviyesine bir nebze yaklaştırması açısından sevindirici. Hatta daha ileri gidip diyebilirim ki mini eteksel açıdan bu akımı, düşük belli kot modasından dahi daha heyecan verici bulduğumu söylemeliyim.

Bu "Ugg" hadisesi dışında batı cephesinde değişen bir şey yok. Trafik hala berbat, sürüclerin bir çoğunun içine "kötü kadın çocuğu ruhu" kaçmış. İstiklal'de Apachi kültürünün yaşatılması adına bireysel ve toplu faaliyetler hız kesmeden devam etmekte. Ulusal bazda bir yılda varolan şirketlerin %6 sından fazlasının kapandığı bir krizde, Bağdat Caddesinde her yer tıklım tıklım. Yalnız mağzalarda oldukça iyi indirimler var, hem de Beymen, Vakko, Fachonable, D&G gibi sıkı markalarda. Üç beş yerden bulup gardroplara lüks ürünler düzüledilir. Ayrıca yine bu caddede gördüğüm kadarıyla "kürt açılımı"na gelen tepkiyi gören "uyanık girişimci"ler yeni bir buffyleme unsuru icat etmişler. O da yolda yürürken ansızın önünüze kartvizit boyutunda bir türk bayrağı uzatıyorlar. İlk sefer kabaran milliyetçi duygularımla refleks olarak uzanıp aldım ama adam "ağbi onun bize maliyeti söz konusu" diyince kağıt bayrağı üç defa öpüp anlıma koyduktan sonra "girişimci" abiye geri verip uzadım.

Kısaca İstanbul bundan ibaretti. Popüler kültürü anlattım, işçi ve itfayeci eylemleriyle adamların çektiği çileleri anlatıp keyfinizi kaçırmak istemedim. Ayrıca bir şeyi daha anladım. Eskiden Ankara'nın benim için bir anlamı vardı. Çok açık ve net söylüyorum artık Ankara bombok bir şehir, hiç bir özelliği yok. Klişe sözlerle yazı bitirmek tarzım değil ama "Hayat İstanbul'da, tabi parası olana".

Pek bir yakında

İstanbul izlenimlerim, Yiğit Karaahmet dosyası, Yahşi Batı, Dinci kanalların sözde uyanıklığı ve daha pek çok şey... Hepsi burada!