30 Aralık 2009 Çarşamba

Sigara Yasağı

AKP'nin altında yatan zihniyet her neyse, ayakta alkışlayarak desteklediğim tek uygulamasıdır, yürürlükteki kapalı alanlardaki sigara yasağı. Nasıl adam öldürmek yasakken, adam öldürenin hakkı söz konusu değilse, sigara içenin hakkı diye bir kavram olamaz. Çünkü sigara içmeyen ve dumana maruz kalanın sağlığı söz konusu. Şimdi CHP'li bir milletvekili, meclise kanun tasarısı sunmuş. Tasarıya göre mekanlarda sigara içilen ve içilmeyen bölüm yapılması planlanıyormuş.
Sigara dumanından çıkan zehirin ortam ne kadar havalandırılırsa havalandırılsın, ya da ne tür bir klima kullanılırsa kullanılsın yok edilmesi mümkün değilken, böylesi bir yasa tasarısının kimlerin desteğiyle sunulduüu çok açık. Ayrıca hadi diyelim bu yasa kabul edildi ve mekanlar bu şekilde ikiye ayrıldı, misal sigara içen kocayla karısı bir bara gitti. Adam sigara içerken mecbur karısı da o dumana mağruz kalacak.
Kapalı alanlarda sigara yasağının hiç hesap edilmeyen bir faydası var. O da 13-18 yaş grubunun sigaraya başlamasını zorlaştırması. Malum karizmatik görünmek isteyen ergen bir mekanda gördüğü hatunu etkilemek için sigara içemeyecek. Hele bir de söylendiği gibi sigaranın paketi 10 lira civarı olursa insanlarınm bu boka başlaması iyice zorlaşacak.
Bunun ülke ekonomisine de büyük katkısı var. Sigara yüzünden sosyal sigortaya binen sağlık masrafları başlıca kalemlerden biri.
Bu yüzden yasak devam etmeli, paket fiyatlari 10 liradan az olmamalı ve hatta sigara dolayısıyla gerçekleşen hastalıkların tedavi ücretini sigortalar karşılamamalı. Sigara kartellerinin insan hayatının ırzına geçmesine artık dur denmeli.

...


Oportunizm...

Howww...Easy Cowboy!...(Söz başka ingilizce başlık yok)

Dün Özkök'ü kıyasıya eleştirdim. Eleştirimin altında yatan bir numaralı neden ise, Özkök'ün temelsiz ve içi boş megalomanlığıydı. Kendi düşünce yapısını tüm toplumun benimsediğini düşünerek yazdığı, "hadi kendimize itiraf edelim" yazıları, amerikan romantizmi, kimsenin düşünemediğini, düşündüğü ve öngöremediği, gördüğüne inanması... Bunlar bana en antipatik gelen yönleriydi.
Elbette bunun dışında da Ertuğrul Özkök'ün eleştirilen yanları var. Mesela iktidarlar süresince sergilediği dansözlere taş çıkartan figürleri, gündeme ilişkin olayların manipülasyonu(Malezya olur muyuz meselesi, Hiton arazisi, Bergama'daki altın madeni), ülkeyi yönetmek için lider ortaya çıkarma çalışması (Tansu Çiller'de tuttu ama M.Ali Bayar ve Sarıgül'de ellerinde patladı). Ama tüm bunlara baktığımızda, günümüz dünyasında medyanın yaptığı üç aşağı beş yukarı aynı şeyler. Yani bu durumda genel yayın yönetmeninin Ertuğrul Özkök ya da Fehmi Koru olması farketmiyor. Eliniz güçlüyse istemeden bu yola sapıyorsunuz. Zaten benim aşağı da bahsettiğim onurlu olma kavramı da bu pozisyonda olabilmeyi hazmedebilme yetisiyle ilgili.

Benim karşı çıktığım nokta dinci medyanın Özkök'e getirdiği eleştiri. Dün söyleşi yapılan tüm dinci gazeteciler Özkök'ün 20 yıllık görev süresi boyunca Hürriyet'e gerekli atılımı yaptıramadığıydı. Bunu kanıt olarak tiraj sayılarını ortaya koyuyorlardı. Ülkenin amiral gemisi pozisyonundaki Hürriyet'in günlük tirajı ortalama 450 bin miş.
Bunu Akşam'dan ya da Cumhuriyet'ten biri söylese anlarım da, elde ettiği 650 binlik satış rakamının %80'ini bedava abonelik yoluyla elde eden Zaman Gazetesi yazarı bu konuda ahkam kestiğinde ona "easy boy...easy" derim müsadenizle. Bugüne kadar siz hangi atılımı gerçekleştirdiniz pardon?(ha şu yaftalama reklamlarınız vardı değil mi?) Mevcut iktidar aleyhinde kaç yazı kaleme aldınız? Cemaatçi bir yapının atılımdan kastı nedir?
Özkök yerden yere vurulsun ama akbabalar bu işten sebeplenmesin lütfen.

29 Aralık 2009 Salı

Ertuğrul was here:6


"That was a good life" ne lan!(Yayın yönetmenliğinden ayrılan Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet mensuplarına yaptığı veda konuşmasını bitirirken kullandığı söz öbeği). Bari şu lafı ederken asistanına bir işaret vereydin de arka fonda "I did it my way" çalsaydı (Ufuk Güldemir bunu cenazesinde çalınmasını istemiş olmasa kesin yapardı).

Hayır, Serdar Turgut gibi hayatının bir bölümünü Amerika'da yaşamış olursun, orada edindiğin felsefeye uygun patronluk yaparsın anlarım ama sen İzmir çocuğu bir sosyologsun "That was a good life" ne yahu. Hep olmak isteyip olamadığın, bundan dolayı da bastırılmış duygularında saklı, yakışıklı jönün filmin sonunda sevdiği kızın kollarında ölürken ki karizmasına mı öykündün? Yoksa "ben hep farklı oldum, marjinalim, ben böyleyim"ci bir anlayışın bir ürünü mü "That was a good life"? Eğer öyleyse de çok hafif kalmış Ertuğrul bey. Tıpkı ex-damatınız Ercan Saatçi'nin spor servisi yönetmenliğinde hafif kaldığı gibi.

Marjinal olan adam, veda konuşmasında çıkar masanın üzerine önce hem duygusal hem de esprili bir konuşma yapar; sonra o güne kadar o masanın etrafında ayağını kaydırmaya çalışmış kim varsa teker eliyle göstererek "fuck you" "fuck you" "fuck you" diye bağırır en nihayetinde de Boggy Nights'ın sonunda Dirk Diggler'ın yaptığını yapar ve "I REST MY CASE" diyip odadan çıkar.

Bir de "That was a good life", kime göre neye göre diye sorarlar adama? "Tasting the best wines of the world" se "good life", here is my question "What about the "Honour" sir Honour?"
p.s.1 Fotoda da pek masum çıkmış mother docker...
p.s.2 Dirk Diggler'ın ne yaptığını bilen bilmeyenlere anlatsın:)

28 Aralık 2009 Pazartesi

Oh Shit!


"Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir"

Şimdi "ne alaka!!!" dediğinizi duyar gibiyim(Of bu aralar pek bir edebi metinler havasındayım). Resimden de anlayacağınız üzere tüm dünyayı kasıp kavuran CSI(Crime Scene Investigation) bu entrynin konusu, daha doğrusu ortaya çıkışı ve yarattığı sonuçlar.
Bundan bir kaç sene önce Amerika'da otopsi merkezlerinin bağlı olduğu birlik, hükümetten yeteri kadar ödenek alamadıkları için bir fikir ortaya atıyor. Diyorlar ki; "Her birimizin önüne bir sürü cinayet vakası geliyor, gelin bir yapımcıyla anlaşıp, bu vakalardan gerçekten ilginç olanları bu yapımcıyla paylaşalım, o da senaryolaştırıp dizi haline getirsin. Bu sayede insanların ilgisini çekeriz ve hükümetten daha çok kaynak alabiliriz". Gerçekten de, birlik ünlü yapımcı-yönetmen Jerry Bruckheimer ile anlaşıp projeyi hhayata geçiriyor. Ve dizi gerçekten de beklenenin dahi üzerinde tutuyor. Bunun üzerine Bruckheimer; CSI Miami, New York, Navy, Las Vegas olarak farklı türleri ortaya çıkarıyor.(Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, favori CSI'm New York olanı. Kişisel kanaatim New York'un o kaotik ve gotik atmosferinde olayların insanı daha bir içine çektiği yönünde. Ayrıca Miami'de ki Horaşşşyo karakterinin italik duruşuna kılım)
Her neyse, bu seriler sonucunda Bruckheimer paraya para demeyecek hale gelirken, Otopsi birliği hükümetin kapısını çalıyor ve diyorlar ki, "bakın biz nasıl çabalar sarfederek cinayetleri aydınlatıyoruz, lütfen bize daha çok kaynak ayırın". Ama bunun karşılığında hükümet yetkilillerinden kendilerini şoke eden bir cevapla karşılaşıyorlar; "Her olayı çözüyorsunuz ya işte, bir işi daha düşük maliyetle gerçekleştirebiliyorsanız, niye size daha çok kaynak ayıralım".
Bu cevap karşısında "biz ne halt ettik" diyen birliğe bir başka darbe de hiç ummadıkları bir yerden geliyor. Dizi yayınlandıktan sonra yapılan istatistiklere göre cinayet sanıklarının beraat oranları artıyor. Çünkü bu dizileri izleyen ve oralardaki akla hayale gelmeyen teknolojilerle elde edilen kanıtları gören jüriler, polisin basit kanıt olarak sunduğu çoğu şeyi yeterli görmeyerek, daha fazla kanıt istiyorlar.
Yani sonuç olarak CSI'lar, hem otopsicilerin ocağına incir dikiyor, hem de polisin elini kolunu bağlıyor, geriye ise bizlere haftaiçi 45 dakikalık "eğlencelik"ler kalıyor.

25 Aralık 2009 Cuma

Ayağımı Burktum...

A ve q harflerini eklese miydin acaba:) Şaka bir yana tam Twitter'lık bir başlık oldu. Bu yüzden Twitter'a ısınamadım. Ayağımı burktum... Nerede, nasıl, gibi sorulara cevap veremiyorsun. "I ate ceaser salad, and tomatos were huge lol" dan ileri gidemiyorsun. Sevmiyorum seni Twitter, çok yüzeyselsin derine inmiyorsun. Statüs dünyasının McDonald's'ı hatta Aspavasısın. Bu arada ayağımın burkulmasında emeği geçen kaldırım taşını(Ziya Gökalp İş Bankası önü) boş bırakan hangi belediyeyse, gelmişini geçmişini en kalb'i duygularla selamlıyorum.

Ayağımı Burktum...

23 Aralık 2009 Çarşamba

Ayrımcılık

Yavşak eşcinselleri sevmem, tıpkı yavşak straithleri sevmediğim gibi. Yavşaktan da kastım her önüne gelene asılan, seviyesiz tiplerdir. Onun dışında insanların cinsel kimliklerine sonuna kadar saygı duyarım, hatta evlenmelerinin neden engellendiğine bir türlü mana veremem. Sonuçta devletin insanların cinsel kimliğine göre ayrımcılığa tabi tutması bildiğin insan hakkı ihlalidir.

Spor dünyası, ünlü Galli rugby yıldızı Garreth Thomas'ın(resimdeki canavar) eşcinsel olduğunu açıklamasıyla "sarsıldı". Biz de pek bilinmese de dünya çapında milyonlarca fanı olan bu sporda Thomas, bir nev'i Messi ayarında bir star.

Sporcuların eşcinsel kimlikleri yüzünden uğradıkları ayrımcılık uzun süreden beri tartışılan bir konu. Bu ilk olarak zamanında 1 milyon poundluk rekor transferle(zenci futbolcular arasında) Nothingam Forrest'a gelen Justin Fashanu ile patlak vermişti. Cinsel kimliğini açıkladıktan sonra gelen tepkiler üzerinde kariyeri inişe geçmiş ve bu süreç Fashanu'yu intihara teşebbüse sürüklemişti.

Günümüzde her ne kadar eşcinseller cinsel kimliklerini geçmişe göre daha özgür ifade edebilseler de bu durum spor sahalarında hala bir tabu olarak durmakta. NBA yıldızı John Ameachi, gay olduğunu ancak kariyeri sona erdikten sonra açıklayabildi, keza Garreth Thomas'ta sonlarına doğru ve boşandıktan sonra. Ki şöyle düşünün bu adamlar yolda kendilerine "naber lan totoş" demeye cesaret edebilecek adamları sürahi pozisyonuna sokabilecek güçte insanlar.(sürahi pozisyonu ne diyecek olanlara önce bir sürahiyi gözlerinin önüne getirmelerini daha sonra da kol uzvunun hangi şekilde durduğunda insanı sürahi biçiminde gösterdiğini düşünmelerini salık veririm.)

Bence ırkçılık gibi eşcinsellere olan ayrımcılığı sona erdirmek için FİFA ve diğer spor birlikleri olaya el atmalı. Çünkü bu insanlara yapılanlar resmen ayrımcılık, dahası kendilerini işlerine tam olarak konsantre edemedikleri için gösteremedikleri performansları mensup oldukları spor dalları için gelirlerin azalması demek.

Son olarak eşcinselliği bir tür ahlaksızlık ve rezillik olarak görenlere John Amaechi'den örnek vererek yazımı bitireyim. Amaechi kendisi sakatken ona kucak açan ve orada gösterdiği performansla yıldızı parlayıp diğer takımlara çok daha yüksek paralara transfer olabilecekken, "vefa"nın sadece bir semt adı olmadığını bilerek Orlando Magic'e diğer tekliflerden çok daha az bir rakama imza atarken, sapına kadar errrrkek Carlos B(L)oozer, kendisini ortaya çıkartan Cleveland'la prensip anlaşması yapıp ertesi gün 3 kuruş fazla para için Utah'a imza atmıştı.

22 Aralık 2009 Salı

Liverpool ve Man. United'ı Bekleyen Tehlike



Bir önceki entrymde Bank of Scotland'dan bahsedince serbest çağrışım yoluyla aklıma geçenlerde İrlanda'lı bir dostumla yaptığım sohbet geldi. Söylediğine göre ekonomik kriz en çok rus oligarkları ve arap şeyhlerinin el attığı Premier Lig'de Liverpool ve Manchester United'ı vurmuş. Bilindiği üzere Manchester United şu anda Amerika'lı dolar milyarderi Malcom Grazer'ın elinde. Grazer'ın başı zaten petrol krizi nedeniyle iyice dertteyken, son global ekonomik krizle daha da dibe gitmekte. Kurtuluş yolu olarak Manchester United üzerinden borçlanmayı deniyor. İngiliz yasalarına göre bir klübün %30 dan fazla hissesini elinde tutan birinin borçlanma yetkisi var.Bunu bilen Manchester taraftarları, klübün geleceğinden endişeli olduklarından United of Manchester adında bir klüp kurdular ve şu anda amatör ligde mücadele ediyorlar.

Liverpool'da ise işler daha da kötü. Klübün sahibi Amerikalılar, Bank of Scotland'dan dünyanın borcunu aldıktan sonra, ekonomik krizle birlikte banka batınca, tasfiye memurları ilk iş olarak Liverpool'da ki alacakların peşine düştüler. Şimdi klübün sahipleri fellik fellik bu borcun altından kalkabilecek arap sermayedar peşinde. Elbette Dubai'nin çökmesinden sonra yağı azalan fellahların bunları artık nerelerine süreceğini bilecek şekilde hareket etmeleri beklendiğinden, şu an için Liverpool'a destek çıkacak birilerinin bulunması zor gözüküyor.

Arkadaşın dediğine göre, iki klüp de tüm umutlarını şampiyonlar liginden gelecek gelirlere bağlamış durumdalar. Öyle ki önümüzde ki 10 yıl boyunca Şampiyonlar Liginde en az çeyrek final göremezlerse her iki takım da batma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir. Man. U açısından şu an için işler iyi durumda, takım makine intizamında tıkır tıkır gidiyor. Ama Liverpool için hiç de öyle değil. Bu sene gruplardan çıkamadılar, ayrıyeten sene sonu şampiyonlar ligi vizesi için gereken ilk 4 sıra hayalin dahi ötesinde(e biraz hakettiler bunu sen git Xavi Alonso'yu sat, orta sahayı Insua'ya bırak, adam gibi stoper alma, sadece Torres'le Gerrard'ın ayağına bak). Bu yüzden devre arasında ya da sezon sonunda Torres, Kuyt, Glen Johnson ve hatta Gerrard gibi yıldızlar satılırsa sakın şaşırmayın.

Tüm bu tablo açısından en iyi küb Arsenal gözüküyor. Meğerse adamlar boş yere oyuncu satıp durmuyorlarmış. Tüm bunları yeni stadlarının borcunu ödemek için yapıyorlarmış (Ben Emirates yaptı stadı diye biliyordum). Arkadaşın iddiası önümzdeki senelerde Arsenal'in ligdeki kupalara ambargo koyacağı yönünde. Bekleyelim ve görelim...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Eşekte Su Kaçıracak Organ Bırakmamak!


Tüm dünyayı sarsan ekonomik krizde, Türk bankalarının nasıl dimdik ayakta kaldığını bugün itibariyle çözdüm sevgili okurlar, hem de mikro ve makro iktisat dışında hiç bir ekonomi eğitimi almadan. Bizim bankalar krizde ayakta kalmayı, ne Citygroup'un ne Bank of Scotland'ın ne de Lehman Brother's'ın aklına getiremediği bir yöntemle gerçekleştirmekte. Bu yöntemin adı "müşteri düdüklemek".
Bugün bir hesaba para havale etmek için hesabımın bulunduğu (üstün körü okuyanlar için tekrar ediyorum hesabımın bulunduğu) Garanti Bankasına gittim. 150 liralık havale için, benden 25 lira işlem ücreti istediler! Ohhhhhaaaaa! Tekrar ediyorum 150 lira için 25 lira!
"Aman bacım nitting! Ben zaten adamlarla 3 kuruş için otuz saat pazarlık ederken bu 25 lira da neyin nesi" hezeyan ve serzenişlerim üzerine, saolsun gişedeki hanımefendi işlemi bankamatikten gerçekleştirirsem bana maliyetinin 3 lira olacağını söyledi.
Hadi iki bankamatikten birinin bozuk olduğu ve diğerinin önünde derbi maçı öncesi şampiyonluğa oynayan konuk takım için ayrılan bilet kuyruğu tadında agresif bir sıra olmasına ve dondurucu soğuğa rağmen gittim ve işlemi oradan gerçekleştirdim ama 3 lira dahi 150 lira için fahiş değil mi? % 2 yahu! E ben de batmam ki o zaman. Hayır madem üçüncü dünya ülkesiyiz, tüketici hakkımız falan nanay, e o zaman neden millete piyasanın biraz üstünde faizle borç veren karşı komşum Hıdır amcayı tefeci diye içeri tıkıyorsunuz. Irza geçme, kurumsal yapıyla mı mümkün sadece?
O zaman ben de bundan sonra motto olarak "ey müşteri gel paranı yatır, seni öpücez, sadece dudaklarımız değecek, ufak ihtimal dilimiz, sevişedebiliriz, çok istersen birlikte de olabiliriz"i benimsemiş harbici bankalarla çalışacağım. En azından başıma gelecekleri bilerek yaşarım. Hatta isim de vereyim "T.Coşkun Bank".

18 Aralık 2009 Cuma

Tipe Bak Hizaya Gel


Resimdeki şahıs THY'nin yeni yönetim kurulu başkanı. Tip itibariyle "takunyalı" sınıfından olduğunu öngörmek için kahin olmaya pek gerek yok sanırım. Aslında gelişmiş bir ülkede yaşasak benim bu yazı için seçtiğim başlık oldukça "ayıp" kaçardı. Ama madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım, THY'nin tüm dünyada ülkemizin aydınlık yüzünü temsil etmesini falan geçtim, bunca yıllık AKP iktidarı süresince, herhangi bir kurumun başına atanan herhangi birinin yukarıda ki fotoğraftan farklı bir portre ortaya koyduğunu gördünüz mü? İşte bu yüzden benim bu adamın resmine bakarak dalga geçme hakkım var. Çünkü kendisi, sahip olduğu formal eğitim özgeçmişi nedeniyle değil, cemaat özgeçmişi nedeniyle o koltukta oturacak. Tıpkı Dalaman havalimanının bir nuumaralı sorumlusu olan, fakat daha internetten THY seferlerine bakmayı bilmeyen şahıs gibi. O yüzden tek temennim hava yolu taşımacılığı gibi hatanın sıfır olması gereken bir sektörde imamların, yolcuları kolay yoldan ebediyete intikal ettirmemesi. Amin.

17 Aralık 2009 Perşembe

Son 15 Yılın En İyi 15 Yerli Şarkısı

Hurriyet Pazar gibi, alakasız insanlara en iyi döner yenecek 10 yer sorusunu yöneltip, "ticari kaygılarla" 3.sıraya havagazından çıkan alevde yanan Hosta'yı koymak gibisinden bir düşünce içerisinde olmadan 1997'den bu yana kendimce en sevdiğim 15 yerli parçayı listeledim. Ama önceden söyleyeyim "Bir zamanlar seni çok sevdim, ama değerimi bilemedin, şimdi acaip taş oldum, bu da sana kapak olsun" temalı şarkılara listemde yer vermedim.

15 Numara

Oooof Offfff- Gülşen (Ben de anısı da ayrıdır bu şarkının. Uludağ Magic World'te 100 kaat bayılıp konserine gitmiştim. Magic World'ü bilenler için söylüyorum, Beşiktaş, deniz tarafında ki kaleye... Yok o başkaydı. Bilmeyenler için gelsin o zaman, sahne bardan baya bir uzakta.Tam bardan içki isteyecekken Gülşen aniden sahneye çıkıp bu şarkıyı söylemeye başlayınca, görsel şölene yetişebilmek için elimde içkilerle koşmaya çalışıp, taibatı itibariyle kaygan olan fayans zeminde kayıp, kendimle beraber 3 kişiyi daha düşürerek kırılması zor bir rekora imza atmıştım. Ayrıca o gün Jandarma kuvvetlerimizin nasıl dosta güven, düşmana korku saçtığını, düşmemle, mekanda kavga çıktığını sanarak ellerinde coplarla anında yanı başımda bitmeleriyle net olarak görmüştüm. Merak etmeyin diğer şarkılarda böyle anılarım yok)

14 Numara

Zalım- Yalın (Elin Frodo'su şimdi ithal top modellerle geziyor, buna kıl olmuyor değiliz)

13 Numara

Gamzelim- Serdar Ortaç ( Hayatta kız tabiriyle "Serdar"ı öveceğim aklıma gelmezdi ama ne demişler Sezar'ı öldür, hakkını yeme(yoksa ver miydi) Neyse verdim gitti)

12 Numara

Paramparça- Teoman ( Gamzelimin hemen altında olması eğreti durdu kabul)

11 Numara

Jest Oldu- Mustafa Sandal (Ayrıca "Araba" albümü gelmiş geçmiş en iyi Türkçe albümlerden birdir)

10 Numara

Kadınım- Levent Yüksel (e bir tane de cover olsun ama dimi)

9 Numara

Tutamıyorum Zamanı(Akustik versiyon)- Kenan Doğulu

8 Numara

Sen Ağlama- Badem

7 Numara

Yalan Dostum- Kurban (yalan mı)

6 Numara

Tenimizin Uyumu- Asuman Krause (Tamam biraz torpil geçtim ama hakediyor be Asuman'cığım)

5 Numara

Skalonga- Athena (Az mı coşturdular bizi)

4 Numara

Zor- Nev (Ağlamak istiyorum sayın seyirciler)

3 Numara

Bir Derdim Var- Mor ve Ötesi

2 Numara

Cambaz- Mor ve Ötesi ( En iyi albüm budur)

Veeeee 1 Numara Dırırırırırırırırırrırırırırrırırırırrır Tıss!

Ananı Niyolay Yee Yeeeeeeeeeeeee- Deeeeeeeeermişim

Elbette Köprünün Altında- Duman

11 Aralık 2009 Cuma

Kıyamet

Bugün aralık ayının 11. günü ve evimin önündeki ağacın üzerinde hala yeşil yapraklar duruyor. Kyoto protokolününde gelişmiş ülkelerce nasıl bir üç kağıt çevrildiğini "madalyonun öteki yüzü" adlı yazımda yazmıştım. Birilerinin bu ısınmaya derhal önlem alması şart yoksa yarın gerçekten çok geç olacak.

Atasözü aklıma gelmedi:(


Geçenlerde yemekteyiz programında resimde görülen abinin hallerine baya bir güldüm. Dahası kendisi her ne kadar "kıl"ın en saf hali olsa da, diğer "cins"lik ve "fesat"lığın en saf hali olan yarışmacılara (özellikle koca memeli ve tiky üniversiteli bağyan) verdiği ayarlarla epey takdirimi topladı. Buradan başka bir konuya geçmek istiyorum. Hiç aklıma gelmezdi, yemekteyiz gibi saçma sapan bir programdan, hayatıma kalite katacak bir şey öğreneceğim. O da, resimdeki abinin yarışmacılardan birinin yemekleri servis ettiği tabakların soğukluğuna çözüm olarak, yemekler servis edilmeden hemen önce 20 saniye kadar micro dalgada ısıtılmasını söylemesi. O günden beri bu tavsiyeyi uyguluyorum. Özellikle eskiden metal bıçakla teflon tavada yemek zorunda kaldığım sahanda yumurtalar artık tabağa koyunca sıcaklığından hiç bir şey kaybetmiyor. Küçük bir ayrıntı olabilir, ama yaşamımızı güzelleştiren şeyler de bu küçük ayrıntılarda değil mi sevgili dostlar(sevgi böceği iclal aydın mode on).Saolasın resimdeki abi, çok saolasın...

10 Aralık 2009 Perşembe

Tavşan Woods

Bize çok uzak bir spor olan golfün(ki bunu eleştirmek için söylemiyorum bilakis golf manyaklığından uzak bir memlekette yaşamaktan mutluyum) dünya üzerinde ki efsanesi Tiger Woods'un karısının kıskançlık krizi nedeniyle geçirdiği kazanın ardından yediği haltların arkası çorap söküğü gibi geliyor. Şu an itibariyle 7 farklı hatun Woods'la evliyken sexual intercourse yaşadığını basına açıklamış.
Aaa çocuğun tipine bak yahu bunda hiç "fucker face" yok ki, tam bir aile babası diyen bayan okuyucularıma rule numero uno yu hatırlatmak isterim... Para var saadet var:)

Bir İsmo klasiği


Ex damat saatçi Ercan'ın başında olduğu Hürriyet "Sipor"un Beşiktaş muhabiri yüce insan İsmail Er İ.Üzümez'le Krasniç arasında geçen diyaloğu, zamanında şifreli yayınlanan cine5 teki emanuel serilerini çözen bir göz edasıyla çözmüş! buyrun;
BEŞİKTAŞ’ın Şampiyonlar Ligi’nde CSKA Moskova ile oynadığı maçta bir sahne herkesin dikkatini çekti. Rüştü sakatlandığı için oyunun durduğu anda İbrahim Üzülmez ile Milos Krasic, 40 yıllık dost gibi koyu bir sohbete daldı. Ruslar’ın yıldız futbolcusu ile çat pat İngilizce konuştuğunu belirten Beşiktaş kaptanı, aralarında şu diyaloğun geçtiğini söyledi:

Krasic: Kaç yaşındasın?

İ.Üzülmez: 35.

Krasic: Kaç yıldır bu takımdasın?

İ.Üzülmez: 10 yıl arkadaşım.

Krasic: Süper. 4 yıl daha oynarsın.

İ.Üzülmez: Sen neden Avrupa’ya gitmiyorsun. Bu takıma fazlasın.

Krasic: Ben de gitmek istiyorum. Özellikle Liverpool’a gitmek istiyorum. Hocama çok yalvarıyorum ama astronomik bonservis ücreti istiyorlar.

İ.Üzülmez: Biraz dinlen artık. Sahada koşmadık yer bırakmadın. Maçtan sonra mutlaka görüşelim.

Krasic: Tamam.

Ruslar’ın sanıldığı gibi soğuk insanlar olmadığını da anlatan Üzülmez, “Ben böylesine yakın bir futbolcu görmedim. Sanki benim takım arkadaşım. Maç başından sonuna karşı karşıya geldiğimizde hep espriler yaptı. Soyunma odası çıkışında ise formamı istedi. Ardından birbirimizden telefonlarımızı alıp, ayrıldık” diye konuştu.


Yalnız senaryo sağlam çünkü "maçtan sonra mutlaka görüşelim" lafına, fesat ben, naaptılar maçtan sonra diye sormayı düşünürken İsmail Spielberg cevabı sona eklemiş "Forma değiştirdiler". Ama ben yine Ece Vahaboğlu'nu bitiren Okan Bayülgen gibi İsmo'yu bitirmek için Deli İbo'ya şunu sormak isterim. İbo'cuğum please say "sahada koşmadık yer bırakmadın" in english.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Embesiller

Ülkemizde kendi görüşlerinden olmayanlar yasadışı olarak dinlendiğinde rahat, fakat bu dinlemeler protesto edildiğinde bunlardan rahatsız olan bir sivil toplum kuruluşu var. Kendilerini kural tanımaz, ezber bozan ve aykırı bir örgüt olarak gören bu arkadaşların, bugüne kadar ki en kural tanımaz numarası Çankaya köşkünde verilen cumhuriyet balosuna siyah Converse'lerle katılmaktı.
Elbette herkes istediği görüşü sonuna kadar savunabilmeli, buna diyecek bir şey yok ama Genç Siviller adlı bu örgütlenmenin son yaptığı kabul edilebilir gibi değil. Atılan moltof kokteyliyle yakılan İETT otobüsü içerisinde yanan ve 1 ay sonra da vefat eden Serap Eser'in cenazesinde , bir kaaç ay önce G.Doğu'da havan atışıyla öldüğü iddia edilen Ceylan Önkol adına çelenk göndermelerinden bahsediyorum.
Bir kere bu okumuş çocuklar daha bir cenaze töreninin siyasi şova çevrilmemesi gerektiğinden habersizler. İkincisi diyelim ki, burada mesajınız biz terörün her türlüsüne karşıyız olsun, bu mesaj bu şekilde mi verilir. Ben size açık söyleyeyim o cenazeye katılan genç sivrileri bilen ve o çelengin onlar tarafından gönderildiğini bilen herkes şu mesajı almıştır; "türklerden ölen var ama kürtlerden de var".
Genç Sivriler üzerlerine oturdukları organları yeterince abzorbe edebilme kabiliyeti olduğuna inanıyorlarsa, Diyarbakır'da herhangi bir teröristin cenazesinde tanınmış şehitlerimizden biri adına çelenk göndermelerini bekliyorum. Hatta isim de vereyim Dağlıca baskınında şehit olan jandarma er Lokman Eker.

8 Aralık 2009 Salı

Ters Açı

Tüm duygularımı bir kenara bırakarak, kendimi terörist yerine koyuyorum. Beni kurulu düzene göre terörist, yandaşlarıma göre gerilla, özgürlük savaşçısı ya da eylemci yapan nedir? Düzene karşı silahlı başkaldırıda bulunmam. Beni buna iten çeşitli sebepler olabilir. Ama sebepten ziyade amacım önemli olan, o da kurulu düzeni bir şekilde değiştirmek. Peki hedef olarak kimleri alırım o zaman? Belli pozisyondaki isimleri, amacımın önüne taş koyanları, belli başlı kurumları. Şehirlerde yakalanmam kolay olacağı için de dağlarda yaşarım. Şu an ülkemizdeki durum için konuşuyorum, dağ g.doğu'da olsa buralar kürt toprakları diyerek saldırıya geçebilirim, ama bulunduğum yer kürdistanla alakası olmayan karadeniz dağları. Yani amacım saldırı değil, saklanmak. Üzerime operasyon düzenleseler, çatışsam tamam, ya da hedef olarak gördüğüm Türk ordusu subaylarını hazırlıksız yakalayap pusuya düşürsem ve bu yolla örgütümün gücünü ispatlasam ona da tamam, ama saldırdığım zırhsız bir ford transitin içine doluşmuş, karakollarına dönen, en büyüğünün yaşı 24 olan ve ülke yasaları gereği askerlik hizmetini gerçekleştiriyor olan ve benim için en azından o an hiç bir tehlike teşkil etmeyen er rütbesindeki çocuklar. Bu saldırı sonucu üzerime yollanacak bir taburdan askere falan hiç girmiyorum, beni bu saldırıyı yapmaya iten nedir?

Tokat'taki saldırı elinde silah dağa çıkan vasıfsız terörist işi olamaz. Bu saldırı ülkedeki türk-kürt savaşı için patlatılmasını hedeflenen barut fıçısının fitilinin ateşidir. Burada hükümete ve yandaşlarına şu soruyu sormak lazım, ergenekoncu diye o kadar adamı içeri tıktıktınız. Demek ki bu ülkedeki tüm terörist aktiviteler bu insanların işi değilmiş. Peki şimdi bu saldırıyı kimin üzerine yıkacaksınız?

Parlak Buluşlara Devam

Valla bu dediğimi yapan yazılımcı ve ilk kullanan hipermarket zinciri parayla türlü ilişkiye girer! Bir hipermarkette insanı en sinir eden şey nedir? Elbette bitmek bilmeyen ödeme kuyrukları. Peki bunun nedeni ne? Alınan her ürünün teker teker dıt dıt dıt diye barkod okuyucudan geçirilmesi. İnsanın uzaya gidebildiği günümüzde neden birisi her bir kasalara özel barkod okuyucu yerleştirip, alışveriş arabasının üzerindeki ürünleri saniyelik bir işlemle hesap edecek yazılımı üretmez! Ulan benim aklıma geliyor bu nasıl bir endüstri mühendisinin aklına gelmez! Neyse hadi fikri verdim, gidin yapın para mara istemez. Daha öncekiğ başlığımda da dediğim üzere hayır duanız yeterli...

Hayır Duanız Yeter

Dedim ya hem dava dilekçeleri hem de romandan bloga malzeme düşünmeye vakit kalmıyor diye, eksik söyledim. Bilgisayar ekranı belli bir süre sonra adamın gözünün canına okuyor. Halbuki birileri çıkıp, aynı daktilo gibi bir klavye üzerine takılı bir kağıt yapsa, klavyenin üzerinde de tüm office(word,excell vs) aygıtlarının tuşları olsa biz kullanıcılar, ne yazıp çiziyorsak klavye aracılığııyla kağıda geçirsek sonra da bunları usb bağlantısıyla bilgisayara aktarsak. Böylece hem pc ve laptoplarımızı sadece asıl amacına yani porno, yasadışı bahis ve facebook gibi aktivitelere yönelik kullanabilir hem de gözlerimizi rahat ettirebilirdik.

Evreka!

Çok meşgulüm be sınırlı sayıda olan o yüzden de herbiri benim için çok önemli olan okuyucularım. Dava dilekçeleri ve daha önemlisi roman derken, blogda yazacak konulara kafa yoramıyorum:( Bugün mayışmış bir şekilde televizyonu zaplarken, Eurosport'taki pool şampiyonasına takıldım. Sonra neden pool u sevdiğimi anladım. Hava kasvetliyken, yeşil çuhanın rengi ve ortamın sessizliği insana inanılmaz bir dinginlik veriyor. Sanki bir terapi... Bu arada toplara doğru çok afedersiniz domalmış abinin adı Ronnie O'Sulivan. Kendisi bu dalda dünyanın en iyisi. Ferrarisi, Lambo'su ve Aston Martin'i var dersem ne kadar kazandığı konusunda aşağı yukarı bir fikir edinmiş olursunuz sanırım. Hayır bunu adamın kazandığında gözüm olduğundan değil, 3 topta dünyanın en iyilerinden olduğu tüm otoritelerce kabul edilen Semih Saygıner'in ayağını Bilardo Federasyonu başkanı şahsın neden kaydırmak istediği sorusuna üstü kapalı bir yanıt olarak ortaya koyuyorum.