26 Şubat 2009 Perşembe

Binali binali binbinbin...


Ülkemizde siyasetçilerin anlamını tam olarak kavrayamadığı bir sözcük "istifa". Sanılıyor ki istifa eden biri peşinen hatasını kabul etmiş sayılır, insanların gözünde şerefi bir paralık olur. Halbuki bir yönetici ya da çalışanın herhangi bir olayda kusurlu olduğu baştan beri apaçık ortadaysa o kişinin istifasına gerek yoktur, üstlerince görevden alınır.
Bizim bakanlarımızın dahi bilmediği yönüyle "istifa", soruşturmanın selameti açısından gerçekleştirilen bir husustur. Böylelikle söz konusu aktiviteyi gerçekleştiren bakan, genel müdür vs. zımni olarak(üstü kapalı biçimde)"bakın ben olaydan çekiliyorum ki müfettişler olayı araştırırken üzerlerinde herhangibir baskı hissetmesinler, rahatça raporlarını hazırlayıp sorumluları ya da hatanın nerede yapıldığına işaret edebilsinler ki, benzer bir olayın tekrarı yaşanmasın" demiş olurlar.(belki de bunu baştan yapmış olsaydı Isparta'da düşen atlasjet uçağının voice recorderı neden çalışmıyordu sorusu beyinleri kurcalamazdı)
Dün yaşanan acı olay hepimizin yüreğini burktu. Elbette bu olayı siyasi görüşlerimiz farklı diye bir bakanla direkt ilişkilendirmek doğru bir davranış olmaz. Ama söz konusu bakanın da yukarıda sıraladığım sebepler çerçevesinde görevinden çekilmesi gerekmektedir, hele ki kendi atadığı genel müdür "çok şükür uçakta kırım olmadı" derken daha ölümle kırım arasındaki farkı bilemezken.
Buraya kadar dikkat ettiyseniz ulaştırma bakanını dünkü olayla ilişkilendirmedim. Ama geçmişe dönüp baktığımızda bu zat'ın hala nasıl olup da bu koltuğu işgal edebiliyor olmasını anlamak mümkün değil. Bu kişi dünyada uygar her ülke vatandaşının girebildiği youtube'a girişi engellemiş biri. Bu yetmezmiş gibi "kimse ben google ben facebookum diye bana bir şey olmaz demesin" diye demeç verebilmiş biri. Eğer kapatma bahanesi yasalarsa, bu hükümetin değiştirmek isteyip de değiştiremediği kaç tane yasa var biri bana açıklayabilir mi? Hadi youtube sadece internettir diyelim, peki ya Pamukova'da devrilip resmi rakamlara göre 39, kimilerine göre 130 kişinin ölümüne neden olan "hızlı tren" faciasına ne demeli? Bütün profesörler çıkıp "bu raylar bu hızı kaldırmaz" diye bas bas bağırırken, başbakanla kendisi "bunlar statükocu ziyniyet " dedikten sonra, çok büyük bir buluş gibi lokomotifin subap ayarlarıyla oynayarak normal treni "hızlı"ya çevirip insanların ölümünden birinci derecede sorumlu olan şahıs, bugün ki ulaştırma bakanını ta kendisi değil midir?
O yüzden bu kişi istifa etmesi beklenmeden kendisi görevden alınmalı ve yargılanmalıydı, ama ülkemizde özellikle AKP'nin sahte demokrat maskesi ardında sergilediği "bu görev bana allah tarafından bahşedildi" şeklindeki ortaçağ monarşik zihniyet yüzünden thy bütün uçaklarını da kaybetse tüm gemiler batsa, trenler raydan çıksa Binali Yıldırım aslanlar gibi görevinin başında kalacaktır. Ne de olsa cenab-ı hak ona öyle nasip gördü.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Büyük geçmiş olsun....


Ekşisözlük ve sol dergisinde bir kaptan pilotla yapılan röportajdan alınmıştır.


sol: thy’de sorunlar neden son dönemde yoğunlaşma eğilimi gösterdi?


yaz sezonu uçuşların yoğun olduğu bir dönem, personel sıkıntısı had safhada. eskiden kışın daha rahat olurdu. şimdi eskiden yazın uçtuğumuzu kışın uçtuk, yazın da yönergelerin izin verdiğinin çok üzerinde uçmaya zorlandık. son 2 yılda özel şirketlerle birlikte uçak sayısı ikiye katlandı. ne pilot sayısı, ne personel, ne havaalanları, ne de teknik olanaklar yeterli.bunun üzerine yoğunluk eklenince işler iyice çığırından çıktı. özel havayolu şirketleri, yurtdışından nispeten yaşlı ya da çeşitli nedenlerle kendi ülkesinde iş bulamayan pilotları transfer ediyorlar. thy’de yabancı pilot yok ama özel şirketlerdeki bu tobla thy yönetiminin de uçucu personele benzer gevşek çalışma koşullarını dayatmasına yol açıyor... hızlı tren kazasına benzer bir kaza riski getiriyor bu yoğunluk. kazayı engelleyen en önemli faktör pilotların kurallara uymasıdır. kural ihlalleri başladı. hava-iş çok uyarıda bulundu. kontrolsüz plansız büyümenin sonuçlarına dikkat çekildi.


sol: thy’nin bu süreçteki yönetim hatalarını hangi başlıklarda toplayabilirsiniz?


bu yaz sezonunda thy yönetiminin çok net ihlalleri başladı. yönergenin izin verdiğinin çok ötesinde uçuşlara zorladılar. ekipleri verimli kullanmak yeteneğinden de yoksunlar, iyi planlama yapamadılar. az personeli verimli kullanamadılar. mesela ankara’da yatıda ekibi var, orada ekibe ihtiyaç var, otelde boş bekleyen insanlardan haberleri yok. bunu gidermek için carmen isimli bir bilgisayar programı satın aldılar, 10 milyon dolar verilerek. programın mucize yaratmasını beklediler ama programı kullanmak için de insan, akıl lazım. temmuz ortasında dışarıdan eleman aldılar, yer hizmetine geçmiş kişileri hostes yaptılar. baştan savma iki günlük eğitimlerle. ortalık deneyimsiz insanlara kaldı. akp hükümetinin atadığı bu yönetim her yere niteliksiz insanları aldı. son alınanların çoğu meslek lisesi mezunu. yabancı dil bilen insanlar işsizken, niteliksiz insanları aldılar. aralarında imam hatipliler de var ancak esas sorun imam hatip kısmı değil, önemli olan eğitimlerinin yapılan işe uygun olmaması. hiçbir teknik bilgisi olmayan birine teknisyenlik yaptırmak yanlış.kabin memurları, stewartlar eskiden üniversite mezunu, dil bilen, kültürlü insanlarken kaliteyi düşürdüler. aynı durum teknik elemanlar için de geçerli. maliyetleri azaltma ve kadrolaşma amacıyla uçuş güvenliğini hiçe sayan uygulamalara imza atıldı. neredeyse iki pilota ne gerek var tek pilotla uçalım diyecekler. eksik kabin memuruyla uçuşa göndermek gibi suçlar işlendi. dördüncü kişi yok mesela, hostes yerine teknisyen uçurdular. kabin ekibi, hostes, stewart servis elemanı değildir. esas görevleri bir tehlike anında, yangın, kaza gibi acil durumlarda yolculara yardımcı olacak, uçağı tanıyan, ne yapacağını bilmesi gereken, bu konuda eğitim almış insanlar olmalı.


sol: pilotların zorlanması başlığını biraz açabilir misiniz?


aylık uçuş görev süremiz 180 saat. ilk defa bu yıl bu sürenin çok üzerinde uçuşa zorlandık. planlamadan sorumlu thy yöneticisi kamuran başoğlu, ki kendisi de pilot kökenlidir, büyük yanlışlıklar içeren uygulamalara başladı. genel müdürlüğü de yanıltacak bir tavır sergiledi. eksik uçucu personelle mevcut programın yürütülebileceğinin ispatı için 15,5-16 saatlik günlük uçuş planladılar. oysa ki maksimum günlük uçuş 14 saattir. thy’nin kendi yönergesine aykırı uçuşlar planladılar. insanlar yönergeyi doğru düzgün bilmedikleri için karşı çıkmadılar. bu uçuşları yaptılar. yönergeyi çalışanlar aleyhine ihlal eden kişi yöneticinin kendisi. en baştaki böyle yapınca, herkes her safhada kural ihlali gerçekleştirebilir. eğitimler de aksadı. tazeleme eğitimleri çok önemlidir bizde, belli periyodlarla pilotlar eğitim alır, bilgilerini tazeler ve sınava girerlerdi. bunlar da aksadı. çünkü hem eğitim verebilecek deneyimli pilotları hattan çekmek gerekiyor hem de periyodik eğitime gelen pilotlar da hattan ayrılmalı. eğitimler kağıt üzerinde oldu gösteriliyor. büyük bir gevşeklik. zararları uzun vadede görülür. yeter ki uçak uçsun anlayışı ile kalitede düşüş oldu, risk arttı.


sol:thy’nin özelleştirilmesi sürecinin bu olanlarda ne kadar etkisi var?


tüm bunlar özelleştirmenin sonuçları. biliyorsunuz son halka arzla yüzde 50’nin altına düştü kamu payı. ilk genel kuruldan sonra yönetimdeki devlet ağırlığı da ortadan kalkacak. yabancıların ağırlıkta olduğu bir şirket haline geldik; şirketin yüzde 10’u almanların eline geçti. venezuela havayolu şirketinin özelleştirilmesi ibret verici bir örnektir bizim sektörde. bizdekine çok benzer bir süreç. bakmak faydalı olur. iberia’ya satılıyor ve ispanyollar resmen tasfiye ediyorlar şirketi. bugün uçuş haklarını ispanyollar kullanıyor. chavez yeni bir şirket kurmuş, uçak sayısı çok yetersiz, yeniden ulusal havacılık hizmeti vermeye çalışılıyor.


sol: yolcu sayısındaki artışın thy’de yapılan yönetim hatalarındaki rolü nedir?


sorunlar, thy’de uçuş aksamalarına neden oldu. başarısızlıkları ortaya çıktı basına yansıyınca. akp’nin ekonomi ile ilgili yaptığını thy yönetimi de şirketle ilgili yapıyor. her şey iyi gidiyor imajı ile idare etmeye çalışıyor. gerçekte şirket hantallaştı, kaliteden taviz vererek büyüdü. bir havayolunun değeri öncelikle güvenilirliği ile ölçülüyor. birdenbire büyüyen şirket iyi şirket demek değil.

sol: pilotların izin verilenden fazla uçmasının önünde thy’nin ötesinde bir engel yok mu peki?


sendikada 11 ağustos’ta uçucu personelin sorunları ile ilgili bir toplantı yapıldı. sendikayı temsilen gidenler, işvereni temsilen gelenlerin umursamaz tavırları nedeniyle ipleri kopartıp geldiler. yüzde yüz haklı olmamıza rağmen ben yaptım oldu zihniyeti hakim yönetimde. günlük mesainin fazlalığı çok tehlikeli. tir şoförü bile 8 saat araç kullanabiliyor. sendikanın öncelikli hedefi, uçuş güvenliğinin sağlanması. sht-50a evrensel normlara yükseltmek de ikinci hedef. sht-50a’da revizyon 4 adı altında yapılan düzenleme ile uçuş süreleri artırıldı. uçucu ekip yetersizliği durumu için yapıldı bu. sivil havacılığın denetlemekten sorumlu kurum, sivih havacılık genel müdürlüğü bunu yaparsa… ulaştırma bakanı bir demeç verdi biliyorsunuz ; ulaştırma sektöründe grev yapmak yasak diyor. cahilliği de aşıyor bu durum. yasalardan bihaber bakan. ordu mu burası? kural tanımıyorlar. denetleyecek olan ulaştırma bakanlığı. sivil havacılık genel müdürlüğü fazla uçan pilotlara ceza verir. tam 17 pilota ceza geldi, cezaları şirket ödüyor. ihlalleri kendisinin bilerek yaptırdığının kabulüdür bu. çünkü şahsi hatalarda, örneğin park yerinde falan kimi hatalar yapılabilir, pilotun maaşından kesilir normalde.

sol: bu durum karşısında seyirci kalmak istemeyenler yani sizler şimdi hangi yöntemlerle haklarınızı ve yolcu haklarını savunmayı düşünüyorsunuz?


bu anlayışın karşısında yasal bir direniş gerçekleştireceğiz. yasal zemin şu: yönergelere göre uçuş ekibi kendini uçuşa hazır hissetmiyorsa gitmeme hakkı vardır, hatta bu onun görevidir. nezleysem gitmem, çünkü gidersem yolcunun güvenliğini tehlikeye atarım. yorgunsam da... kendini uçuşa elverişli hissetmiyorsa gitmeme hakkı var yönergede. sendikanın önerdiği bu hakkın kullanılması. hepimiz çok kararlıyız bunu kullanacağız.


sol: bu yöntemin hangi sonuçları vermesinin bekliyorsunuz peki?


eylem çağrısıyla birlikte yönetim panik oldu ve daha once kabul etmediği sorunların çözümü için öneriler de bulunmaya başladı. pilotların lisans kaybı sigortası, iki yıldır yapılmıyordu, bugün yapıldığı açıklanmış. bu sigorta eskiden şirket tarafından karşılanırdı,. sağlık nedeniyle lisans kaybedilirse tazminat alınıyor. pilotlar primlerin düzenli yatırıldığına güvenmiyorlar. poliçeleri ellerine almak istiyorlar. geçmişte yapılıyordu, şirket ödüyordu. bir ara yarı şirket yarı pilotlar oldu. akp yönetimi ile ödemiyoruz dediler. pilotların güveni sıfıra indi.bir de eylül’den itibaren yoğun uçuş programları yapmayacağız demişler. eylem kararı sayesinde tabii bunlar...


sol: eksik personelin tamamlanması için harekete geçildi mi peki?


mesele personel alımı değil. alınan personel nitelikli bir personel değil ki. ayrıca yönergelere uygun pozisyonda istihdam etmek de kritik bir öneme sahip. personel çok ama plan yok. örneğin kabin memuru sayısı çok arttı. ama bu ekibi eğiticek, planlı-programlı kullanacak bir akıl lazım.


sol: pilotların üzerinde başka ne gibi baskılar var?


anadolu’daki tüm meydanlarda en az bir teknisyen olur, hatta bu arkadaşlar izne gittiğinde istanbul’dan atama ile yerlerine biri gönderilirdi. anadolu’daki teknisyenler artık yok. motoru çalıştırma, yakıtı alma vs gibi işleri yapıyorlardı. teknik ve önemli işlerdir bunlar. şimdi pilot gözetiminde yapılıyor diyorlar. pilotların yetişmesi mümkün değil. şu anda teknisyen olmayan, eğitimi olmayan insanlar tarafından yapılıyor. uçağı release etmek denir. teknisyen uçuşa elverişli diye imza atar. şimdi bunu kaptana yüklediler, kaptan kontrolümü yaptım deyip imzalayıp alıyor. o kadar tehlikeli ki bu. çok büyük şirketlerin böyle küçük tasarruflardan medet umması büyük bir aymazlık.


sol: bunun dışında eklemek istedikleriniz?


avrupa’da artık görüşülüp kabul gören sivil havacılık talimatı, bizimkinin çok çok üzerinde. bilinse bizim tayyarelerin hangi koşullarda uçurulduğu avrupa ülkelerine indirmezler. ulaştırma bakanlığının rahatsızlığı da bu. özelleştirmenin doğal sonucu. giderek de daha kötü olacak. temel kotil’in vaat ettikleri gerçekçi değil. özel şirketlerden şikayet duydunuz mu hiç? yazılmıyor, ayrıca bir de örgütsüzler haklarını arayamıyorlar. thy personeli haklarını arıyor. shgm denetleyecek ama bakan grev yasak diyor. bu anlayışla ulusal havacılık çok büyük bir risk taşıyor. kazalar böyle zamanların sonunda oluyor. birçok faktör biraraya geliyor ve kaza oluyor. henüz kırmızı ışıkta geçmiyoruz, zorlamalara rağmen direniyoruz ama sarıda geçmeye başladık ve bu çok tehlikeli.bir pilot, akşam beşte başlıyor sabah sekize kadar istanbul-ankara-amsterdam-ankara-istanbul rotası yapıyor. düşünebiliyor musunuz? tir şoföründen beter. ayda bir günlük uçuşa gitmeme hakkımızı kullanacağız. başka türlü emniyet kurallarına dikkat çekme şansımız kalmadı. basına bunlar yansıyacak korkusu var. iyi yönetilmediği, zarar ettiği ortaya çıkacak diye korkarak kurallara uymaya başlayacaklar. bu nedenle tüm uçuculara çağrı yapıldı, çok ciddi bir destek verecekler. gün belli değil. yarın son gün. inandırıcı adımlar attıklarını göstermezlerse... binalı yıldırım’ın açıklaması ortamı iyice gerginleştirmiş durumda. özel şirketlerin yakasına yapışması gerekirken. kültür bakanı’nı bile geçti gaflarda.


sol: başarılar diliyoruz,


teşekkür ederiz."

24 Şubat 2009 Salı

Pardon da Dayı Sen Kimsin?


Hayatın her kesiminde bazı insanlar, belli gurupların adamı olduklarından yeteneklerinin çok üzerinde pozisyonları işgal ederler. Bugünkü iktidar olmasa ya Amerika'da kalıp üçüncü sınıf bir "rent a car" işletmecisi olacak ya da ülkemde tercüme bürosu açacak olan Egemen Bağış sadece bir kesimin adamı olduğu için bugün gündemimizi işgal etmekte, dahası "AB ile ilişkiler" gibi kişisel altyapı gerektiren bir bakanlığın başında(AB den sorumlu bakanın hayatının önemli bir kısmını ABD'de geçirdiği çelişkisini unutmayalım).
Dediğim gibi her dönemde bu tip insanlar hayatımızı işgal eder. Sırf siyasette değil; mesela futbolda Hüseyin Cimşir, Sabri Sarıoğlu... Sanat dünyasında Tan Sağtürk (o kadar dünyaca ünlü bilmem ne bale okulundan mezunum diye hava atan birinin dünyaca ünlü hiç bir gösteride yer almaması ve bez bebek gibi saçma sapan bir dizide rol almasının başka açıklaması nedir?) Medyada Emre Aköz(yanlış anlaşılmasın bu isimlerin hepsi cemaatçidir demiyorum, ama belli gurupların adamıdır)
Bu liste uzayıp gider... Aslında çok da önemi yoktur bu insanların bu pozisyonları işgal etmesinin(en azından medya ve siyasette) ne de olsa kendileri birer kukladır ve esas yönetenlerin emrinde birer karar mekanizması gibi rol yaparlar. Ama bazen bu rollerini unutup gerçekten kendilerini bir şey sandıkları olur ki(belki de zamanında ayna gibi parlayan kel kafalarına ektirdikleri saçların sağladığı özgüvenle oluşan bir gazdır bu), bu hem bizim için ama daha çok kendileri için acıklı durumlara yol açar.
Egemen Bağış, bu ülkede cumhurbaşkanlığı yapmış ve toplumun geniş bir kesiminde çok büyük saygı gören bir isimden "Adamın biri" diye bahsetmesi, yukarıda ki durumun, yani kendini bir şey zannetmenin tecellisidir. Dahası kendisi bir kitapçığın fırlatılmasının ekonomiyi çökmesine yol açtığına zannedecek kadar yakın geçmiş global ve yerel ekonomi bilgisinden yoksundur. Aslında bir bakıma da çok şanslıdır, çünkü yazımın başında da belirttiğim gibi, eğer bu hükümet sayesinde bir yerlere gelemeyip Amerika'da "rent a car" işi yapsaydı bu ekonomi bilgisiyle büyük ihtimalle batacak ve yine büyük ihtimalle dinerların tuvaletlerini temizleyerek geçimini sürdürmeye çalışacaktı.
Egemen Bağış'a tavsiyem "adamın biri" diye tanımladığı "Adam"ın geçmişine (anlayacağı dilden yazayım CV sine) bakıp sonra kendi geçmişiyle karşılaştırması, becerebiliyorsa utanmasını ve bundan böyle en ufak bir sohbette dahi sarfedeceği kelimeleri önceden danışmanlarınca hazırlanmasını sağlamasıdır. Yoksa kendisi bizim nezdimizde sirklerde görev alan bir palyaçodan daha ciddi bulunmayacaktır.

AVM Çılgınlığı

Bir AVM inşaat manyaklığı aldı başını gidiyor. Tek bir Karum ve Atakuleyle 15 sene geçirmiş Ankara, önce Ankamol, sonra Armada, Cepa, Panora, 365, Anteres derken mantar gibi biten AVM'lerin istilasına uğradı.

Öncelikle AVM'ler bir şehirdeki kent kültürünü öldürmekte. Medeni ülkelerde insanlar alışveriş için sokağa çıkarlar, bir mağazaya uğrarlar oradan bir kafeye geçerler, arkadaşlarıyla bir parkta dinlenip evlerine dönerler. Bu hem ekonomik sirkülasyonu sağladığı gibi, geniş bir alanda hizmet sektörünü canladırır, hem de insanlara kentlilik kültürü aşılar hem de sosyalleştirir. Ama AVM'ler olunca kısıtlı bir kapalı alanda sadece alışveriş amacıyla insanları toplarsınız(zaten hep uykumu getirdikleri için nefret ederim AVM'lerden). Bu yüzden Avrupa'nın büyük şehirlerinde AVM ler hep şehir dışındadır. New York Manhattan'da sadece bir tane AVM vardır.

Ayrıca bir başka sorunda bu AVM'leri başka türlü kullanılamasıdır. Tunalı'da bir dükkan batarsa yerine başkası açılır, ama devasa bir alana kurulu koca AVM batarsa binayı değerlendirecek alternatif bulmak neredeyse imkansızdır. Bugün Çayyolu gibi bir ilçede bir km lik alanda Galeria ve Arcadium varken ve buradaki dükkan sahipleri kriz dolayısıyla bir bir dükkanlarını kaparken, hemen ilerilerine devasa Gordion AVM'si dikiliyor(önünden geçen yolun da aylardır ırzına geçiyorlar bu arada) . Yetmiyor onun da 3 km ilerisine başka bir AVM yapılıyor. Bu ekonomi bu kadar AVM'ye nasıl yetecek soran yok. Bunlar batarsa eğer nasıl değerlendirilecek, bir proje yok. Ama belediye AVM için başvuranlara sorgusuz sualsiz ruhsat dağıtmakta sorun görmüyor. İşin başında İ.Melih Gökçek olunca, hazır seçimlerde yaklaşmışken kanımca muhalefete AVM çılgınlığı ardındaki gerçekleri araştırma yükümlülüğü doğuyor. Kimler nerelere ortak vs. gibi...

Çok Ararsınız

Ülkede futbola olan bakış açısı o kadar sığ ki, eminim Galatasaray Kocaeli'ne 1-0 yenilseydi Skippe görevinin başında kalacak, bir kaç eleştiriyle olay geçiştirilecekti, ama skor 5-2 olunca teknik direktörün nedense kovulması gerekiyor sanki kaybedilen 3 değil 15 puanmış gibi. Halbuki futbolu en azından takip eden herkes bilir ki Avrupa'daki kritik maçlar öncesi, gerek oyuncularının konsantrasyon eksikliği, teknik direktörlerin bazı as oyuncuları dinlendirmesi gerekse diğerlerinin de sakatlıktan korumak için kendilerini oyuna yeteri derece vermemesi gibi nedenlerden dolayı takımların en çok puan kaybı yaptığı dönemdir.

Zamanında Alman milli takımında yardımcı antrenörlük yapmış Skippe(onu futbol cahili ilan edenlere duyurulur) izlediğim kadarıyla elindeki kadroyu oldukça iyi kullanan, maç içinde olumlu taktik değişiklikler yapan ve bunca sakata ve sezon başında yardımcılarının gönderilmesine rağmen cimboma göze hoş gelen futbol oynatan bir teknik adamdı. Bir kaç sezon daha takımın başında kalsaydı eminim çok büyük işler başaracaktı.

Bu işten kaybeden GS oldu. Tam bir Anadolu kulübü mantığıyla hareket edip, büyük ihtimalle kovarken tazminat vermemek için evlat ayağına Bülent Korkmaz'ı başa getirdiler. Bir Beşiktaş'lı olarak GS li yöneticilere soruyorum. Futbolculuğunu ve saha dışındaki efendiliğini hep takdir ettiğim Bülent Korkmaz, Kayseri Erciyes dışında herhangi bir takımda başarılı olmuş mudur? Kendisi Bursa'da, G.birliğinde hangi başarılara imza atmıştır da GS gibi büyük bir klübün teknik direktörlük koltuğuna layık görülmüştür?

Bir sözümde Adnan Sezgin'le ilgili. Bu adamın olayı nedir Allahaşkına? Ne gibi olumlu bir özelliği vardır da yıllardır çeşitli klüplerde menejerlik yapmaktadır? Elbette takımdaki teknik heyetlerin altını oymaktan başka?

23 Şubat 2009 Pazartesi

Tarafınızdan Vazgeçmeyin


Günlerdir "Hangi Tarafımızdan Vazgeçelim" temalı reklam yapan Sabah tuvalet kağıdının hangi tarafından vazgeçmediğini gördük. Basın tarihinde bir belediye başkanı için ısmarlama haber yapıp bunun yine belediye çalışanlarınca bedava dağıtılmasından daha büyük bir rezilliğin sergilendiğini hiç sanmıyorum.
Ayrıca aylardır saf ayağına yatıp; " vallahi patron bize hiç karışmıyor burası çok özgür bir ortam" diye bas bas bağıran Hıncal Uluç'un yapılan bu rezillik karşısında sesinin hiç çıkmamasına şaşmıyorum.
Sen git halkın parasıyla gazete satın al, Aköz gibi semirgenler ve Ilıcak gibi kemirgenlerle hükümetin borazanlığını yap. Yetmezmiş gibi bu ülkenin en (burayı siz dilediğiniz gibi doldurun) adamının,kendi partililerince ifade edildiği üzere; şıllığının, siyasi palyaçosunun silahşörü ol. Sizin hangi taraf olduğunuz belli. Bu dünyada iyiye yönelik ne varsa siz bunun aksisinin tarafınısınız. Devam edin... Tarih sizin ne olduğunuzu çok güzel yazacak.

19 Şubat 2009 Perşembe

Şantaj

Öncelikle gecekonduları yıkıp yerine kilim desenli apartmanlar kondurmak, milliyetçilik kisvesi altında esetikten uzak estergon kalesini kondurmak bir de üstünden teleferik geçirmekle iyi belediye başkanı olunmaz.

16 dakikalık bir kaset 15 yıllık bir belediye başkanının başını yedi. Turgut Altınok "tosuncuk"larının göz yaşlarıyla ve "Başhaaaanım bırağma bizi" yakarışlarıyla dinlediği konuşmasında ayağını kaydıranlar için "kravatlı çeteler ve kravatlı keneler" dedikten sonra AKP Keçiören belediye başkan adaylığından çekildiğini duyurdu.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, toplum nezdinde bir siyasiyi desteklemek için söylenen klişelerin başında "tamam abi adam yiyor ama çalışıyor da deee mi" vecizesi gelir. Yani halkın nezdinde bir başbakanın muhtaçlara yardım yalanıyla toplanan paralarla yakınlarına yüzen taşıtcıklar alması, bir başkasının ihalelerden trilyonlar götürmesi, bir belediye başkanının halkını su ile zehirlemesi, doğalgaz ile kazıklaması falan hepsi hoş görülür. Fakaaaaat bir kadınla ilişki halindeyken çekilmiş görüntüleriniz internete düştü mü, halkın nezdinde de bitersiniz. Çünkü o zaman en büyük ahlaksız sizsinizdir.

Seks kasedinin bir insanın politik kariyerini ve halkın gözündeki itibarını neden bitirdiğini asla anlamamışımdır. Bunu Clinton için de düşünmüştüm, yani adamın Monica Lewinsky'le yaptığı sadece karısını ilgilendirir, kaldı ki siyasetçiyi seçerken, adamın nasıl seviştiği midir yoksa ülkeyi nasıl yönettiği midir asıl olan kriter? Evet Clinton'un tavşan genleri taşıdığını hepimiz gördük ama tam bir dindar olan George W. nun dünyanın içine nasıl ettiğini de. Ayrıca erkek denilen zavallı varlığı yükselmeye, daha çok para kazanmaya, güç sahibi olma isteğini vareden güçlerin başında "kadın" gelir. Dolayısıyla böyle pozisyonlara gelebilmiş insanların, günümüz dünyasında önlerine çıkan "al da at dercesine" fırsatları değerlendirmemelerini beklemek biraz safdillik olur(eee hep politically correct olamıyoruz)

Bu yüzden Altınok'un böyle bir kaset nedeniyle istifa etmesini anlasam da, halkın bu tip olaylara bu şekilde tepki vermesini hiçbir şekilde anlamıyorum. Kendilerini o görüntülerdeki kadın yerine mi koyuyorlar diyeceğim ama ortada alan razı veren razı durumu söz konusu. Eğer bu durum halkın muhafazakarlığıyla açıklanıyorsa, o zaman en mahrem anları kameraya alanlar ve bunu basına dağıtanlar (ki Turgut Altınok bu kişinin kim olduğunu isim vermese de en salak insanın dahi anlayacağı biçimde açıkladı) halk tarafından yerin dibine sokulması gerekmez mi? Ama hayır, yine iş yapanın yanına kar kaldı.

Buraya kadar Turgut Altınok madurdur benim gözümde, ama bundan sonrasında işin rengi değişecek.

1) Öncelikle bu görüntülerin 1999 yılında çekildiği ve Altınok'un görüntüleri çeken kişiye, kendisine yaptılan şantaj üzerine 1 milyon dolar verdiği söyleniyor. Her yerde "ben yetimin hakkını yemedim" diyen Altınok nasıl olupta bu miktar parayı verebildi?

2) Keçiören'de A takımı adı altında lümpen eşkiyalara görev veren ve bu kişilere parklarda elele gezen çiftleri, içki satanları ve içenleri dövdüren Altınok'un fahişelerle otel odalarında alem yapması hangi sıfatla tanımlanabilir? Aslında Turgut Altınok'un ortaya koyduğu ikilem muhafazakar kisvesi altında yapılan siyasetin gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. Çünkü çoğu muhafazakar siyasetçi halkın nefsine gem vurmayı görev edinip(bkn. İ.Melih'in bent deresi genelevini kapatma fantazisi) kendilerine her türlü haltı yemeyi reva görürler.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Ekonomik Kriz


Ekonomik kriz geldi, teğet geçti, daha kötü olacak tartışmaları sürüyor. Eskiden sade vatandaşın için ekonomik kriz=zam demek, olduğu için şu an enerji dışında ki ürünlerde bu pek görülmediğinden, her ne kadar tv ler haberlerde iş ve işçi bulma kurumu önündeki kuyrukları gösterse de, krizin gerçek boyutları hakkkında tahmin yürütmek güç.
Bazılarınıza çok alakasız gelebilir ama bence ekonomik krizin toplumu nasıl vurduğunun kanıtı Alfa Romeo Mito satışlarıdır. Yukarıda resmini gördüğünüz muhteşem arabanın 155 hp lik modelinin Türkiye anahtar teslim fiyatı 20.000 Euro ve 6 aya yakın süredir piyasada olmasına rağmen halen sahibinden.com ya da araba.com gibi sitelerde ikinci elini bulmak mümkün değil, çünkü ilk el olarak çok az sattı. Şimdi şunu diyebilirsiniz; "kriz bütün otomotiv sektörünü vurdu, neden ford, opel, wv değil de Alfa ve niye mito?"
Bunun cevabı basit. Mito'nun Türkiye'de ki hedef kitlesi özel üniversite öğrencisi tipi profili(hem kadın hem de erkek). Yani ailesi zengin ve ileri ki yıllarda BMW, TT ve benzeri sınıf arabaları alacak olan insanların 18-22 yaş arası keyif ve hava atma arabası olarak kullancakları bir araba. Tıpkı zamanında 206 (özellikle gti) ve daha sonra onun yerini alan mini cooper gibi. Hatırlayın o zamanlar bu arabaların müşteri profilini ve caddelerde nasıl cirit attığını.
Buna karşın Alfa Romeo Mito tam da bu kitleye hitap etmesine rağmen bırakın istediği satış rakamını, doğru dürüst bir satış dahi yapamıyor. Ben Ankara'da yaşayan biri olarak bu güne kadar yolda bir tane Mito gördüm.
Bu demek oluyor ki zengin sınıf sıkı bir rejimde. Bu rejim öyle bir boyutta ki insanlar bir dedikilerini iki etmedikleri çocuklarının lüksünden kısıyorlar.(sakın yanlış anlaşılmasın 18 yaşında ki çocuğa 155 beygirlik araba almanın saçmalığını onaylamıyorum, burada anlatmak istediğim bu tip zengin ailelerin geçmişteki para harcama alışkanlığındaki değişiklik)
Sonuçta Mito'nun hitap ettiği sınıf para musluklarını elinde tutan sınıf. Mito gibi geçmişte öncelik arzeden bir konuya akacak olan paranın kesilmesi demek, musluğu elinde tutan için daha az önem arz eden fakat sosyo ekonomik olarak daha düşük kesimlerdeki insanlar için önem teşkil eden kalemlere de paranın akmaması demek.
Eskiden işçisine sadece enflasyon oranında zam yaparken büyük oğluna Mini Cooper s'i gözü kapalı alan işadamı, şimdi küçük kızına Mito alamazsa, çalıştırdığı işçisine ne yapar hiç düşündünüz mü?

16 Şubat 2009 Pazartesi

Chuck

Uzun zamandır bir diziye böylesine sardırmamıştım. Her ne kadar Chuck karakterini O.C. de ki Seth Cohen karakterine benzetsemde(iki dizinin yapımcısı da aynı kişi) bu her bölümün başlı başına bir keyif olmasına engel teşkil etmiyor. Elbette bu "keyfi" oluşturan unsurların başında da sarışınlardan pek hazzetmesem de ajan Sarah Walker rolündeki Yvonne Strahovski geliyor. Kendisi 27 yaşında bir Auzzy Auzzy Auzzy! Tanrı bazı kullarını yaratırken gerçekten fazla mesai yapıyor olmalı.
Rihanna'ya uzanan eller kırılsın!

İ.Melih'in Yapamadıkları





Yukarıda ki muazzam projeler İ.Melih Gökçeğin kendi internet istesinden alınmıştır. Ne yazık ki ileride 10.000 lerce yıl insanlığa tarihi ve kültürel bir hazine olarak aktarılacak eserler statükocu CHP lilerce açılan davalarla engellenmiş bulunmakta. Yazıklar olsun beeeeee!
Bu arada kişisel favorim uçak otel. İ. Melih Gökçek daha önceleri Ulusta yapılması düşünülen bu otelin tepesinde sponsor firmanın(airbus ya da boeing olacaktı herhalde) birebir boyuttaki uçak maketinin içinde döner satılacağını açıklamıştı. Düşünsenize sevgilinizin elinden tutmuş Ulusa gelmişsiniz. 150 metre yukarıda Airbus 340ın içinde elinizde soğanlı dönerinizle aşağıda çinçin bağları, bent deresi genelevi, cebeci mezarlığını içeren muazzam Ankara manzarasının verdiği cesaretle sevdiceğinizin dudaklarına masum bir öpücük kondurduktan sonra ülker içim ayranınızdan bir yudum alarak mutlu yarınlara yelken açmışsınız... Ah... ah... Gökçek sen o muhafazakar kimliğinin altında ne de uslanmaz çılgın bir romantikmişin meğer!

Musevi çıkmış

Yıllardır aynı armoni üzerine inşaa ettiği ve ne yazık ki canım ülkemde çok tutan 5. sınıf şarkılarla meşhur olan, oluşturmaya çalıştığı ağır başlı, yüksek zevklerin adamı yaldızlı imajının altında buram buram samimiyetsizlik ve avamlık yatan Serdar Ortaç'ın "İsrail Düşmanlığını" ranta çevirmeye çalışmak için kız arkadaşından ayrılış sebebiyle ilgili yumurtladığı son bomba(Adam haklı esasında ne de olsa popüler kültür kralı kendisi)
Sevgili Serdar, sen bu kızla o kadar süre çıkarken İsrail'lilerin toteme mi taptığını sanıyordun?(Hani o ben her şeyi bilirim edasıyla kemik gözlüklerle verdiğin pozlara "binaen" soruyorum bunu)
Bakalım parçaların Powertürk çalmadığı zaman Cem Hakko'ya gidip nasıl yala... pardon anlatacaksın yanlış falan anlaşıldığını.

Köpek var köpek var

Siyasi ahlakın ve dolayısıyla üslubun bu kadar yerlerde süründüğü bir "muasır medeniyeti hedefleyen" bir ülke daha var mıdır gerçekten merak ediyorum.
Yaptığı tüm konuşmalarda hedefini AB üyeliği olarak açıklayan bir başbakanın, kendini eleştirenlere karşılık olarak köpek sahibi olma eleştirisi yapması bunun en açık göstergesi. Bu eleştiriyle bir çok noktadan vurup mesaj verdiğini sanıyor başbakan. Öncelikle ülkedeki alt kültürde yerleşik olan "hayvan olan eve melek girmez" hurafesiyle, insanların gözünde Coşkun ve onun gibi düşünenleri islam karşıtı imasında bulunmak. İkincisi "bir tek köpeklerini severler" diyerek ucu açık mesajlar vermek ve üçüncüsü bu tip insanları elitist olarak nitelendirip toplumun gerçeklerinden ne kadar uzakta olduklarını ima etmek.
Bekir Coşkun'unun köpeğini hiç görmedim ama benim de bir köpeğim var. Adı Goldie, çok yaşlı ve büyük ihtimalle yazı göremeyecek(16 yaşında). Başbakana köpeklerle ilgili bilgi vermek için bunları yazıyorum. Benim Goldie'm karakterli bir köpektir. Her "gel" dediğimde gelmez, "otur" dediğimde oturmaz, her arkadaşımı sevmez, yeri gelir onu kızdırdığımda bana havlar ama buna karşın evini canı pahasına korur, mahallede aynı sırada ki 10 evin 8 ine hırsız girmişken benim evim kalan 2 evden biridir, maydanoz dışında ne yemek verirsen vereyim sesini çıkarmaz yer, gözü toktur, arsızlık etmez, mutfakta pişen yemeğe bulaşmaz.
Demek istediğim şudur benim Goldie, birilerinin yanında tuttuğu birilerinden çok daha iyi bir köpektir.

Bu ne lan?!!!

Adı hoptek midir yoksa kolbastı mı artık ne naneyse... Bu tepinmeyle "bizim kültürümüz" diye övünenlere çok afedersiniz ama "senin kültürüne sıçıyım" demek istiyorum. Hayır yapılan işe bakıyorum, ne tepişenler arasında bir ayak senkronizasyonu, ne de her yörenin halk oyunlarında hareketlerle anlatılmak istenen bir hikaye var. Toplumsal baskıdan hiç bir kızla el ele dolaşamamış, bu yüzden sosyalleşemeyip gün boyu internet cafelerde porno izleyen, ama ramazanda oruç tutan, siyasi görüşü altı tamamen boş muhafazakar milliyetçi, buna mukabil saçlarının önleri ve arkaları jöleyle kabartılıp yanları iyice aşağı bastıran, terden gömlekleri vücuduna yapışmış leş kokan lümpen bebelerin tekno ritimlerle içine edilmiş karadeniz ezgileri eşliğinde kendinden geçmelerini "bu bizim kültürümüz" diye sunulmasını kabul edemiyorum. Bir de çok matah bir şeymiş gibi paylaşılamama durumu var bu ameleliğin. Giresuncular-Trabzoncular çekişmesi bir nevi 90 lardaki east coast-west coast çekişmesine dönmüş durumda.(umarım notorious b.i.g ve tupac olayları yaşanmaz)
Gençler enerjinizi kanalize edecek başka aktivite mi kalmadı allahaşkına! Gidin spor yapın, gezin tozun, aksi takdirde yaşlandığınızda çocuğunuz sizin kolbastı yaparken çekilmiş videolarınızı görüp sizinle dalga geçtiğinde kafanızı duvarlara vurursunuz, "ben gençliğimi ne kadar aptalca işler yaparak heba etmişim" diye.

11 Şubat 2009 Çarşamba

Madalyonun Öteki Yüzü

Dünyanın gidişatı malum. Yaşam alanları azalırken buna bağlı zorluklar gün geçtikçe artmakta. Elbette her soruna bir çözüm getirilmesi için projeler üretmekten daha doğal bir şey olamaz. Dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmek hepimizin çabası olmalı ve bunlara çözüm getirenleri de sonuna kadar desteklemeliyiz, yeter ki bu projelerden birileri "sebepsiz zenginleşme"sin.

92 yılında imzalanan Kyoto protokolü de bu çalışmaların başında geliyor. Neticede tüm dünya ülkelerinin ortak katılımıyla oluşturulan bir proje Kyoto protokolü. Hedefi belli ;küresel ısınmaya neden olan karbon gazınınn salınımını azaltmak. Bunun için de ülkeleri "gelişmiş" ve "gelişmekte olan" olmak üzere ikiye ayırarak belirli yaptırımlara zorluyorlar. 2012 den itibaren içinde Türkiye'nin de bulunduğu "Gelişmiş" sınıfında ki ülkelere 1990 yılında atmosfere saldıkları gaz miktarı baz alınarak o yıl ki gazın %5inden daha az salınım yapma zorunluluğuna tabi olacaklar. "Gelişmekte olan" sınıfındaki ülkelere ise çeşitli miktarlarda gaz salınım kotası verilecek. Böylelikle bu ülkeler üretimlerini gerçekleştirmede sıkıntı çekmeyecekler(di).

Buraya kadar her şey kulağa hoş geliyor, ama madalyonun bir de öteki yüzü var. Kyoto imzalandıktan sonra G7 ülkeleri Hollanda ve İspanya'yı da yanlarına alarak Londra'da Karbon sertifikası borsasını kurdu. Peki bu ne demekti? Diyelim siz Türkiye olarak 1990 yılında 500.000 ton karbon salınımı yaptınız. Normalde 2012 de %5 azalmaya gitmeniz lazımdı, ama üretiminizden fedakarlık edemediniz(ne de olsa 20 yılda nüfus arttı) ve 495.000 ton yerine 525.000 ton gaz saldınız. İşte aradaki 30.000 ton gaz farkı için Londra'dan 30.000 tonluk karbon gaz sertifikası almanız gerekiyor.

Peki bu borsayı kuran ülkeler ne yaptı biliyor musunuz? "gelişmekte olan" ülkeler sınıfına giren ülkelerden kendilerine ayrılmış olan kotaları o tarihte satın aldı. 1992 yılında tonu 2 euro olan sertifika şu anda 18 euro. Toplam piyasa değeri 74 milyar euro ve Barclay's banka göre 2020 ye kadar bu rakam 3 trilyon euroya kadar çıkacak.

Şimdi ne olacak? "Gelişmekte olan" sınıfındaki ülkelerin çoğu zamanında üretim yapmak için kendilerine verilen kotaları hem çok ucuza satıp zarar etmiş oldu, ileride üretim yaptıklarında atmosfere saldıkları gaz için, kotaları kalmadığından, yeni ve çok daha pahalıya sertifika almak zorunda kalacaklar. Bunu alacak paraları olmadığı için de üretim yapamayacaklar ve zaten fakir ve aç olan halkları iyice perişan olacak.

Bunun yanında bizim gibi ülkeler ise böyle bir şeyi göze alamadıkları için bu sertifikaya muhtaç olacak ve bunu karşılayabilmek halktan ekstra vergiler alacak. Çok yakında kullandığımız benzinden, tükettiğimiz doğalgaza, yaktığımız kömüre kadar kişisel olarak vergilendirilmeye hazırlıklı olmalıyız (sahi neden benzin alırken plakayı işletiyoruz?)

Bu arada mesela sen Çin ya da Hindistan devletiysen elindeki hisseyi de 18 euradan satamıyorsun. Çünkü senin insanın bir Amerikalı kadar değerli olmadığı için saldığın gazın kendi insanına verdiği zarar da o kadar önemli olarak adledilmiyor(nasılsa ölüyorlar mantığı).

Biz böyle sürünürken, dünyadaki kirliliğin esas sorumlusu (en çok üretim onlarda) G7ler ise önceden satın aldıkları kotalarla hem ellerinde değerlenmiş hisselerle karlarına kar katacak, hem de üretimlerinden fedakarlık yapmak zorunda kalmayacak. Dolayısıyla salınan karbon gazında bir değişim olmayacak ama birileri iyice batarken, birileri de iyice çıkacak.

Öngörülen bu anlaşmanın uygulanması halinde sıcaklığı 0.2 santigrat düşmesi planlanıyor, ki bu çok küçük bir rakam(Kutuplardaki erimeyi durduramıyor). Bir de uzun zamandır insanlara dünya 6 derece ısınırsa yaşam yok olacak korkusu aşılanıyor. Deniliyor ki bu şekilde petrol bazlı ürünler dolayısıyla atmosfere karbon salınımı devam ederse 100 yıl içinde ortalama sıcaklık 5 derece artacak. Ama kimse şunu eklemiyor, sürekli artan nüfusla beraber dünyadaki petrol rezervleri kaç sene daha yetecek? 30 yıl? 40 yıl? Eğer öyleyse 100 yıllık bir öngörü yapmak insanları aldatmak olmuyor mu?

Sağlıklı bir çevrede yaşamak her bireyin hakkı. Güneş, rüzgar, okyanuz dalgaları enerjisi ve en önemlisi dünyanın kendi iç ısısından faydalanmaya yönelik çalışmalar dünyanın temiz enerji ihtiyacına çare olabilecek unsurlar. Ama nasıl bir düzende yaşıyorsak, bunlar gözardı edilip insanların ihtiyaçları bir rant kapısı haline dönüştürülebiliyor. Hem de muasır medeniyet seviyesine erişmiş ülkelerce.

3 Şubat 2009 Salı

Eeee Değişen Ne?

Sayın Başbakanın tüm dünya önünde azarlayıp rezil ettiği İsrail bugün yine Gazze'yi bombaladı. Ama olsun benim çocukları sokakta mendil satan, sabahın köründe halk ekmek kuyruğuna giren, gecekonduda oturup kömür yardımıyla ısınan, kendisinin ve çocuklarının içinde bulunduğu koşullar hiç bir zaman düzelmeyecek olan halkım çok mutlu "nasıl da postayı koydu bizim başbakan Peres'e" diye... İnsanlar ne kadar kolay mutlu olabiliyor değil mi...